Selim uyuyunca ben de kalkıp odama gittim. Odamdaydım ama uyuyabilir miydim? Ya uyuyup uyanırsam ve bunun bir rüya olduğunu öğrenirsem ne yapardım? Böyle düşünerek uyumaktan vazgeçip mutfağa gittim ve kahvaltı hazırlamaya başladım. Belki de bir daha kendi evimde Selim'i misafir etme fırsatım olmayabilirdi ve bu yüzden elimden geldiğince güzel bir sofra hazırlamaya çalıştım. Öyle ki haşarı bir çocuk gibi dolabın altını üstüne getirip ne bulduysam masaya koydum. Kahvaltı hazır olunca önce anne babamı uyandırmaya gittim. İkisi de uyanıktı ve belki de hiç uyumamışlardı. Sonra Selim'i uyandırmak için salona yöneldim. Üzerindeki namazlığa dokunmamla elimi tutması bir oldu. Öyle ani ve güçlü bir şekilde tutmuştu ki hem korkmuş hem de bir garip olmuştum. Çabucak elimi bıraktı ve gözlerini ovuşturmaya başladı.

"Kusura bakma Selim. Seni korkuttum galiba." Gülümseyerek

"Keşke bütün korkularım böyle güzel olsa." Dedi. Bir cevap bulamayınca mecburen sustum.

"Patates kokusu kahvaltının hazır olduğunu söylüyor."

"Evet, kahvaltı hazır Selim. Hadi kalk yoksa soğuyacak."

"Bir dakika daha uyuyayım sonra kalkarım."

"Bir dakika mı?" Gülümseyerek namazlığı tekrar başına çekti. Yanından ayrılmadan bekledim ve tam bir dakika sonra seslendim. Başından seccadeyi kaldırarak

"Bir dakika oldu mu?" diye sordu. Kafamı sallamaya başlayınca dudaklarının kuytularında beliren tatlı bir tebessüm eşliğinde kalktı ve yüzünü yıkayıp mutfağa geldi. Anne babamın elini öpüp hal hatırlarını sorduktan sonra sofraya oturdu. Ben de çayları doldurup oturmuştum ki kapı zili acı acı ötmeye başladı. O bize biz ise birbirimize baktık. Çaresiz kalkıp kapıya yöneldim ve bildiğim bir iki duayı sonlarını getiremeden okuyup korkuyla açtım. Yaklaşık on kişiydiler ve daha önce gelen adamlar değillerdi. Hiçbir şey söylemeden hatta ayakkabılarını bile çıkarmadan cümbür cemaat içeri girdiler.

"Ya siz ahıra mı giriyorsunuz!" Diye bağırdım ama oralı olmadılar. Aralarında konuşurlarken içlerinden biri

"Salondan başlayalım! Buradaki eşyalar çıksın da ayağımıza dolanmasınlar." Deyince diğerleri onu onaylayıp hemen koltukları ve sehpaları omuzlamaya başladılar. Olup biteni çaresiz gözlerle seyrederken elinde çay olduğu halde Selim salona geldi. Önce gelenleri şöyle bir süzdü ve sonra

"Siz de kimsiniz?" diye bir soru sordu ama adamlar hiç aldırış etmeden işlerine devam ettiler. Selim yavaşça bardağını sehpaya koydu ve bu kez sesini yükselterek

"Anlaşılan kulağınız ağır işitiyor! Şimdi hemen dışarı çıkın ve kapıyı adam gibi vurun!" dedi. İçlerinden en kaba saba olanı birkaç adım atarak Selim'in tam karşısında durdu ve onu tepeden tırnağa süzdükten sonra

"Asıl sen kimsin?" diyerek tespihini sallamaya başladı. Selim de bir adım atarak iyice adama sokuldu.

"Çok mu merak ettin?"

"Evet, merak ettim."

"Benim kim olduğumun pek bir önemi yok. Ama ille de bir şey söylemem gerekirse şu kadarını söyleyeyim ki ben her şeyi hoş karşılayan ancak çayının soğumasına asla müsamahası olmayan bir adamım. Ne dersin açıklayıcı oldu mu?"

"Tam anlayamadım, biraz daha anlat hele!" Niye bilmiyorum adamdan çok bana bakarak konuştu:

"Kendimi nasıl anlatsam nereden başlasam bilemedim şimdi. Mesela Atacama Çölü gibiyim, desem. Sen şimdi bu çölü de bilmezsin. Ben de bir yerlerden okumuştum. Bu öyle bir çölmüş ki neredeyse bir yüzyıl yağmura hasret beklermiş. Dile kolay tam bir yüzyıl boyunca bir sevgiliyi bekler gibi bekler ve fakat bütün bu bekleyişlerin sonunda birkaç damla yağmur ya yağar ya da yağmazmış. Sonra yağmur yani sevgili, en iyi yaptığı işi yaparak çekip gider, çöle de çıldırtıcı bir bekleyiş düşermiş. İnan ben o çölden bile daha bahtsızım. Çünkü o çöl bile birkaç dakikalığına da olsa sevdiğine kavuşuyor ve bu vuslat için yüzyıl da olsa beklenir, bin yıl da olsa beklenir. Ya ben?"

"Bak sen şair ruhlusun ve anladığım kadarıyla konuşmak istiyorsun. Benim sanata da sanatçıya da saygım sonsuz ancak artık kenara çekil de işimizi yapalım. Söz vaktimiz kalırsa seni yine dinleriz. Hem de büyük bir memnu..." Adam cümlesini bitiriyordu ki Selim güçlü bir kafa darbesiyle adamı saniyeler içinde yere serdi. Neye uğradığını anlamaya çalışan adam, ağzı burnu kanlar içinde doğrulmaya çalışırken, arkadaşları hemen karşılık vermek yerine, bu cesaretin nereden kaynaklandığını bilmek istercesine Selim'i süzmeye başladılar. Selim ise ne kafa attığı adamla ne de kendisine dik dik bakanlarla ilgiliydi. Ela gözlerini gözlerimden ayırmadan devam etti.

"Benimse bir vuslatım yok ve hiçbir zaman da olmayacak. Ama biliyor musun ben yine de hep bekledim. Rüveyda..." Ne demek istediğini anlamaya çalışırken 'Rüveyda' hitabıyla birden irkildim ve sanki yerdeki adam değil de kafayı ben yemişim gibi afalladım hatta sendeledim. Cevap vermek istediğim halde veremeyip yutkundum ve sonra keçeleşen dilimi damağımdan kurtarmaya çalışarak güçlükle

"Efendim." Diyebildim.

"Bu insana benzer yaratıklar gürültü çıkarırlarsa bebek korkabilir. Hemen odana git! Sonra da gelip çayın altını yakarsın!" Şaşkın şaşkın yüzüne baktım. Hiç bahsetmediğim halde bebeğimin olduğunu nereden biliyordu? Ben altı yıldır ondan habersizken o ise benimle ilgili her ayrıntıya vakıf ve sanki hiç gitmemiş gibiydi. Bu arada salona gelen anne babamdan da odalarına gitmelerini istedi. Onlar itiraz etmeyip giderlerken ben gitmeyip yanında kalmak için ısrar ettim. O kadar rahattı ki. Tanıdığım Selim gözü karaydı ve beni en çok da bu yönü korkutuyordu. Israrla gitmemi isteyince çaresiz odama gittim ve kulağımı kapıya dayayarak beklemeye başladım. Küçük bir gürültü, birkaç bağırış-çağırış ve bir miktar konuşma dışında pek bir şey duymadım.

Derken kapımı hafifçe araladı ve gülümseyerek bebeği sordu. Uyuduğunu söyleyince lavaboya yöneldi ve ellerini yıkadı. Salondakilere her ne olmuşsa hiç biri yoktu. Çabucak mutfağa gidip çayı ısıttım ve yeniden sofraya oturduk. Selim, nice zamandır iştahsız olan anne babamı dahi iştaha getirecek şekilde yumurtaya ekmeğini banıyor ve sanki günlerce sürdürmek zorunda kaldığı açlık orucunu, bu sabah bozmuş gibi yedikçe yiyordu. Çatalımı bir kenara bırakmış onu izliyordum ki yeniden kapımız çalındı. Selim oralı olmadan kahvaltısına devam ediyordu. Onun rahatlığı bana da yansımıştı ve bu kez hiçbir korku hissetmeden kalkıp kapıyı açtım. Az önceki ekip tam kadro karşımdaydı ve Selim'e diklenen adamın burnu hala kanıyordu. O haliyle bir taraftan burnunu silmeye çalışıyor diğer taraftan da

"Efendim müsaadeniz olursa içeri girebilir miyiz?" diye izin istiyordu. Başımla onaylayınca, bu kez ayakkabılarını çıkararak salona geçtiler ve sanki önceden hazırlık yapmışlar gibi ip gibi sıra oldular. Burnu kanayan adam, adeta saf bağlamış arkadaşlarına imam olacakmış gibi bir adım öne çıktı ve bir talebe gibi işaret parmağını kaldırıp söz istedi. O son derece tatsız bir anda bile gülmemek için kendimi zor tuttum.

"Hanımefendi bu sabah yaptığımız kabalıktan dolayı lütfen bizi bağışlayın. Bizi buraya gönderenler Selim Abimizden hiç bahsetmemişlerdi. Onun burada olduğunu bilsek rahatsızlık verir miydik hiç? Sizi temin ederiz ki bizi burada bir daha asla görmeyeceksiniz." O aralık Selim de salona gelince yeniden tartışma çıkmasın diye hemen adama dönüp

"Peki, gidebilirsiniz." dedim. Ancak Selim müdahale etti ve özneden fiile kadar her bir kelimesini tonlaya tonlaya konuştu:

"Sizi buraya gönderen patronunuza bir not götürmenizi istiyorum. O Ş...e söyleyin ki bugünden itibaren muhatabı Vanlı Selimdir ve mekânım da bellidir. Bu kadar! Bu kadar dediğim ve nokta koyduğum halde cümlemi devam ettirmeye kalkarsa bilsin ki bundan sonra kuracağım cümle, anlayacağı dilden olacaktır!" Adamlar arkalarına dahi bakmadan adeta koşa koşa giderlerken işaret parmağımı sağa sola sallayıp gülmeye başladım. O da güldü ve mahcup bir edayla

"Keşke mutfağa gitseydin ve bu kaba ifadelerime kulak misafiri olmasaydın." Dedi. Hala gülüyordum...

***

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Tahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon