71

40 5 6
                                    


Akşam ezanı henüz okunuyordu ki bir araba sesi duydum ve hemen pencereye koştum. Gelen Selimdi. Arabadan Elif de indi ve Selim'in koluna girerek yürümeye başladılar. Keşke cama çıkmasam ve onları böyle görmeseydim. Eşi bile olsa kolunda bir başkasını görmek içimi acıtmıştı. Fakat niye bilmiyorum çabucak aşağı indim ve onları karşıladım. Selamlaşma faslından sonra Elif, acelesi varmış gibi hemen yukarı çıkarken Selim ise birkaç kelimeyle hal hatırımı sordu. İyi olduğumu söyledim ama muhtemelen yüzüm aynı şeyi söylemiyordu.

"Biraz durgun gibisin. Bir şey mi oldu yoksa?"

"Yo! Sana öyle gelmiştir. Gayet iyiyim." İnanmadığını gösteren bir ifade ile baktıktan sonra salonun ortasına namazlığını serip namaza durdu. O namazını kılarken ben de mutfağa gidip hizmetlilere yardım ettim. Haluk Baba ve Elif de gelince hep birlikte sofraya geçtik. Başköşe diye tabir edilen yere Haluk Baba, sağına Elif soluna da Selim oturdu. Babam ve annem Elif'in yanına geçince ben de Selim'in yanına oturdum. Selim yemek servisini tamamlayan hizmetlilerin de oturmasını istedi. Kerim Bey, sofranın kalabalık olduğunu ve bugüne mahsus olmak üzere kendilerinin mutfakta yiyebileceğini söyleyince hiçbir şey söylemeden yerinden doğruldu ve salonun farklı köşelerinde bulunan sandalyeleri getirip masanın etrafına dizdi. Kerim Bey ve ailesi istemeye istemeye hatta mahcup bir eda ile sofraya oturdular daha doğrusu oturur gibi yaptılar. Dikkatle bakınca oturmaktan ziyade masanın kenarına eğretiymiş gibi ilişmeye çalıştıkları rahatlıkla görülebiliyordu. Onların bu oturuş şeklini ifadesiz bir çehre ile izleyen Selim, bir süre sonra elindeki kaşığı yavaşça yere bıraktı ve ifadesiz çehresini tebessüm dolu bir çehre ile değiştirerek

"Bu evde ne zaman ayrı yemek yedik ki bugün mutfakta yemek istiyorsunuz? Ayrımız gayrımız mı var Kerim Abi?" diye sordu ve yeniden kaşığını eline aldı. Gülümseyerek yüzüne baktım. Ben böyle hizmetlilerin olduğu evleri sadece filmlerden görmüştüm ve bu filmlerin genelinde hizmetliler, bir heykel gibi ayakta bekler ve sonra bir teşekkür bile edilmeksizin işlerinin başına dönerlerdi. Bu hareketiyle nazarımda daha bir büyümüş ve adeta ulaşılmaz bir objeye dönüşmüştü. Gülümsediğimi ve belki de ona olan hayranlığımı hissedince o da gülümsedi ve kısa süreli de olsa gözlerimiz kesişti. Evet, kesinlikle ulaşılmazdı ve ben bunu bu dakikaya has olmak üzere daha bir parlayan ela gözlerine baktığımda daha doğrusu bakmaya çalıştığımda daha iyi anlıyordum. Ela rengin tam ortasına mükemmel bir şekilde oturtulan ve bu haliyle ilahi bir gücün varlığını hatırlatan göz bebekleri, güçlü bir akıma sahip iki karanlık kuyu gibi insanı içine çektikçe çekiyor ancak bütün bu çekiciliğine rağmen içine girenleri, benzini biten bir araba gibi yarı yolda bırakıp hiçbir zaman asıl membasıyla buluşturmayacağı izlenimini veriyordu. Belki şu an yanındaydım ve sofradaki sıkışıklıktan dolayı dizlerine hatta omzuna değecek kadar yakındım ona fakat aynı zamanda o, her şeyiyle başka bir evrene aitmişçesine bana uzaktı ve bu uzaklık hiçbir zaman kısalmayacak gibiydi. Bu uzaklık mevhumu kafamda birkaç kez deveran edip durunca ruhum kederli bir hale inkılâp etmiş ve hemen yamacında olmama rağmen ona olan hasretim daha bir artmıştı. O an anlamıştım ki gerçek aşk, kayıtsız şartsız ruhların izdivacını istiyor ve şayet ruhlar birleşmezse omuzların, dizlerin hatta bedenlerin yan yana olmasının hiç bir önemi olmuyordu.

"İhtiyacın yok Rüveyda!" Kulağımın dibinde, sesli fakat sadece bana duyurmak istiyor olacak ki fısıltıdan öteye geçmeyen bir tonda yankılanan sesi, bütün tonsuzluğuna rağmen çok güçlü bir sesmiş gibi irkilip toparlanmama sebep olmuştu. Kafamı hafifçe sallayıp etrafıma baktım ve herkesin yemeğiyle meşgul olduğunu görünce, beni hiç kimseye hissettirmeden büyük bir ustalıkla daldığım hayal âleminden uyandırdığını fark ettim ve ben de aynı tonda

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin