O günden sonra neredeyse hiç uyumadan her sabah kalkıp gidiyor ancak her defasında onu göremeden geri geliyordum. Böylece bir hafta dolmuş ve şehir eşkıyaları yeniden kapımıza dayanmıştı. Ne evi boşaltmış ne de tapuyla ilgili bir işlem yapmıştık. Gelenler yine aynı kişilerdi ve bu kez hiç olmadığı kadar kızgındılar. İlk görüşmenin aksine oldukça kaba cümleler kuruyor, alenen tehdit ediyorlardı. Bir dövmedikleri kalmıştı. Bir sürü laftan sonra

"Neden evi boşaltmadınız?" diye çıkışan Celal Bey'e karşı alttan almak yerine hece hece ve üzerine basa basa

"Evi boşaltmayacağız!" Diyerek karşılık verdim. İlginçtir bu çıkışıma hemen cevap vermeyip kahkahalarla gülmeye başladı. Belki de bu tavrı ile sözlerimi ciddiye almadığını göstermek istiyordu. Bundan olsa gerek daha nazik bir üslup ile konuşmasına devam etti:

"Yarın sabah burada bir kamyon olacak hanımefendi. Arkadaşlar eşyalarınızı yükleyecekler ve gitmek istediğiniz yere kadar da eşlik edecekler. Merak etmeyin; bu hizmetimizden dolayı para da almayacaklar. Ama yine de bu işi siz yapsaydınız daha iyi olurdu. Neticede bunlar genç ve sabırsız arkadaşlar. Tutarlar, değerli eşyalarınızı özensiz taşırlar. Hal böyle olunca eşyalarınız zarar görür diye endişe ediyorum lakin paşa gönlünüz bilir." Birkaç saniye yüzüme bakıp sözlerinin tesirini ölçtükten sonra tam dönüp gidiyordu ki durdu ve Selim'i bulup bulmadığımı sordu. Bulamadığımı söyleyince sırıtmaya başladı. Öyle ki hiçbir telin düzeltemeyeceği kadar çarpık ve sigara içmekten kömür gibi kararmış dişleri, gün yüzüne çıkacak şekilde sırıtmış ve bu haliyle insandan çok belgesellerde bile rastlamanın imkânsız olduğu garip bir mahlûka dönüşmüştü.

"Ona ulaşmayı kolay mı zannettin? Elbette bulamazsın. Geçen sorduğumda da cevap vermemiştin ama aklıma takıldı. Sahi niye sormuştun onu?"

"Seni ilgilendirmez!"

"Doğru! Beni ilgilendirmez. Neyse size doyum olmaz. Biz şimdi gidelim ve siz de yarına kadar kalın sağlıcakla. Malum evinizdeki son gününüz. Belki dertleşmek, anılarınızı yâd etmek istersiniz." Adamlar çekip gidince bir süre hiç konuşmadan elimiz bağrımızda oturduk. Derken anne-babam kalkıp eşyaları toparlamaya başladılar. İnsan cevabını bile bile soru sorar mıydı hiç? Buna rağmen

"Ne yapıyorsunuz?" diye sordum çaresizce. Annem yüzüme şefkatle dokundu ve

"Bunlar tekin adamlar değiller kızım. Bundan sonra bizde kalırız. Koca ev hepimize yeter de artar bile!" dedi. O an yanımızda tatlı tatlı uyuyan ve her şeyden habersiz olan bebeğime baktım. Belki de annem haklıydı. Bebeğimi alıp yatağına götürdükten sonra bebeğimin kıyafetlerinden başlamak üzere valizleri doldurmaya başladım. Tam bu sırada telefon çaldı. Selim'in işyerine, yurtdışından döndüğünde beni araması için telefon bırakmıştım. Belki odur diyerek koştum ve heyecanla ahizeyi kaldırdım. Ancak arayan Kurtuluş'tu.

"Merhaba Rüveyda. Nasılsın? Bebek nasıl?"

"Nihayet bir ailen olduğunu hatırladın demek! Başımıza açtığın bunca şeyden sonra hala hangi yüzle arıyorsun?"

"Böyle olsun istemezdim ama kaçmaktan başka çarem yok. Benim bu adamlara o kadar çok borcum var ki evi aldıktan sonra da peşimi bırakmayacaklar."

"Ben ne yapabilirim Kurtuluş."

"Şimdilik kimse bir şey yapamaz. Hem ben sadece sesini duymak için aradım."

"Hadi ya! Her gün yoruluncaya kadar dövdüğün karının sesini mi?"

"Çok pişmanım Rüveyda ama inan..." Bir kelime daha duymak istemediğimden bir hışımla kapadım telefonu. Telefonu kapatmamla çalması bir oldu. Anlaşılan telefonu yüzüne kapamam beyefendinin pek hoşuna gitmemişti. Yeniden ahizeyi kaldırdığımda sinirden ellerim titriyordu ve o anki ruh halimle anne-babama dahi aldırış etmeden ağzıma ne geliyorsa söyledim. İlginçtir her fırsatta üste çıkmaya çalışan, olmuyorsa hakaretler yağdıran Kurtuluş'tan hiç ses çıkmıyordu. Hemen sustum. Çünkü Kurtuluş'u birazcık olsun tanıyorsam arayan kişi o olamazdı. Ben susunca nihayet konuştu:

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now