XLI.

53 6 8
                                    



"Rüveyda!"

"Efendim Selim."

"Bugünden sonra birbirimizi hiç kırmayalım, olur mu?"

"Olur Selim!"

"O halde yarın dükkânda görüşürüz."

"Ben artık gelmeyeceğim Selim. Hem biliyor musun, benim dershane paramı çıkarmam için çalışmama gerek yok. Okulumuz beni ücretsiz dershaneye gönderiyor." Cümlemi bilinçli kurmama rağmen içinde geçen 'gelmeyeceğim' sözcüğü sanki ikimizi temelli ayırıyormuş gibi bir his uyandırdığından böyle bir cümle kurduğum için çabucak pişman oldum ve hiç değilse dükkâna gitmem konusunda ısrarcı olsun diye bekledim fakat böyle bir şey yapmayıp sadece

"Sevindim Rüveyda. Bence de işle vakit kaybetme." Diyerek müsaade istedi. Kurduğu son cümle onun açısından belki öylesine bir cümleydi belki gayet doğaldı ama benim için yakın mesafeden ateşlenip kalbime isabet eden bir kurşun gibiydi ve bu öyle bir vurulmaydı ki artık iflah olmam mümkün değildi. Bu cümleye bakılacak olursa ona yakın olmak benim için nasıl en ehemmiyetli bir şey, en güçlü bir arzu ise bana yakın veya uzak olmak müsaviydi onun için hatta uzak olmak daha evlaydı belki de. Tamam, bir sevdiği vardı ve tüm kalbiyle onu seviyordu fakat velev ki yakını geçtim sıradan bir arkadaşı bile olsam hiç mi değerim yoktu? İnsan, ne kadar eskimiş olurlarsa olsunlar, kendisine yarenlik etmiş giysilerini bile bir anda atamazken, kurduğu cümleyi hiç duraklamadan bir çırpıda ve bu kadar rahat nasıl söyleyebilirdi? Kim bilir belki de onu sevdiğimi artık hissediyor ve her davranışıyla 'unut' diyordu. Ama insan sevdaya düşmeye görsün; o 'unut' dedikçe sen 'umut' anlıyorsun; daha doğrusu öyle anlamak istiyorsun. Kapıya doğru yönelmişti ki hemen yetiştim.

"Biraz daha otursan... Ben daha... Yani... Bak ne diyeceğimi unuttum. Ha! Tamam! Meyve diyecektim. Hemen gitme de birlikte meyve yiyelim."

"Meyveyle pek aram yok ama anne babanla biraz daha oturmak isterim." Çabucak bizimkilere seslendim ve sonra mutfağa geçip meyve tabaklarını hazırladım. Tabakları salona taşırken telaştan elim ayağım birbirine dolaşmaya başladı ve bu yüzden meyvelerin bir kısmını yere düşürdüm. Birkaç dakika sonra yine hepimiz salondaydık. Kaç gündür iş yoğunluğunu bahane ederek evde terör estiren babam, bu akşam keyifliydi nedense. Selim yine iyi bir dinleyici, babamsa kırk yıllık dostunu görmüşçesine anlattıkça anlatıyordu. Memleket memleket ettiğimiz göçlerden, benim çocukluğumdan, işinin zorluklarından... Oysa bir bilseydi karşısındaki Selim'in yaşadıklarını. Fakat Selim bir kelime dahi etmeden dinliyor, sadece zaman zaman

"Tabi efendim, doğrudur efendim." gibi ifadelerle babamı teyit ediyordu. Kardeşlerim Yavuz ve Yağız ise babamın keyifli halinden cesaret alarak videoya kaset takmış, Charlie Chaplin'in diğerlerine nazaran daha az bilinen ve komedinin yanına dramın da serpiştirildiği filmlerinden biri olan The Circus'u izliyor ve neredeyse her sahnesinde kahkahaya boğuluyorlardı. Biz de onlar kadar olmasa bile filmi izlemeye ve tonu ayarlı kahkahalar atmaya başlamıştık. Hele Charlie'nin sirkteki bir adamın parasını çaldığı halde polisin Charlie'yi değil de parası çalınan adamı yakalaması sahnesi vardı ki sadece kardeşlerimi değil babam dâhil hepimizi güldürmüştü. Meyve faslından sonra Selim hem annemin hem de babamın elini öpüp kapıya yöneldi. Annemle babam bilinçli olarak salonda kaldılar ve ona kapıya kadar ben eşlik ettim. Portmantodan ceketini çıkardım ve giymesi için tuttum. Giymeyip elimden almak istediyse de vermedim.

"Rüveyda, ben böyle şeyleri sevmem! Beni akşam akşam günaha sokma!"

"Ben de böyle şeyleri seviyorum. Ne olacak şimdi?"

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now