VIII.

159 11 9
                                    



Türkçe dersinin ardından tarih dersi vardı ancak hoca yoktu. Müdür yardımcımız Handan Hoca sınıfa gelip eve gidebileceğimizi söyledi. Öğrencilerin çoğu evlerine dağılırken ben de odasına doğru yönelen Handan Hoca'yı yakalayıp kitaplarımı nereden alabileceğimi sordum. 'Kent Kitap Kırtasiye'nin en uygun yer olduğunu ancak biraz uzak olduğunu söyledi. Yeterince vaktim olduğunu söyleyince tarife başladı:

"O halde ana caddeye çıkıp yukarı doğru bir süre yürü. Sağ tarafında Hz. Ömer Camii ve hemen bitişiğindeki Debbağoğlu Parkı'nı görünceye kadar yürümeye devam et. Parkı geçtikten sonra dört yola geleceksin. Sağdan yani Cumhuriyet Caddesi'nden devam et. Yaklaşık beş yüz metre daha yürüyünce sol tarafta bir park daha göreceksin. Kitap dükkânı bu parkın hemen yanında. Zaten 'Haluk Bekiroğlu' veya 'Haluk Baba' diye sorarsan herkes gösterir. Çünkü bu şehirde onu tanımayan yok gibidir. Özellikle öğrencilere çok indirim yapar hele durumu iyi olmayanlardan para bile almaz."

"Para almaz mı? İyi de böyle yapınca kendisi nasıl kazanıyor?"

"Hiç bilmiyorum inan. Galiba öğrencilere destek olmayı seviyor."

"Teşekkürler öğretmenim. Müsaadenizle bu güzel adamı bir de ben göreyim."

"Müsaade senin Rüveyda. Yalnız bir ara odama gel de biraz İzmir'den konuşalım. Bir İzmirli görmeyeli ve İzmir'den konuşmayalı o kadar çok oldu ki..."

"Tamam öğretmenim." Handan Hoca sırtımı sıvazlayarak odasına giderken ben de okuldan çıkıp yürümeye başladım. Yol pek yokuş değildi ama gömleğimin üzerine giydiğim kalınca süveterden dolayı ter damlalarının boynumdan sırtıma doğru ılık ılık aktığını hissedebiliyordum. Güz yağmurlarından dolayı kaldırımlarda bir hayli çamur birikmişti ve bu yüzden yürümekte zorlanıyordum. Özellikle yavaş yürüyor ve ayakkabılarımdan sıçrayan çamurların üstüme bulaşmaması için çabalıyordum ama nafile. Beyaz çoraplarım hatta okul eteğim çamur deryasından nasibini almıştı çoktan. Bir aralık durup elimle çorabımı silmeye çalıştım ama bu yaptığım, çorabımın renk değiştirmesinden başka bir işe yaramadı. O an için sanki bir ben bu haldeymişim ve herkes bana bakıyormuş gibi utana sıkıla yola devam ettim. Bu arada hafifçe sağ çaprazımdan ışıklarını göndermekte cömert davranan parlak güneşe rağmen tam karşımdan kuru bir rüzgâr esiyor ve terli bedenimi iyiden iyiye titretiyordu. Bu yüzden üzerime sıçrayan çamurlara aldırış etmeden hızlı adımlarla yürümeye başladım. Parka gelmemle kitap dükkânını bulmam bir oldu. Hemen içeri girmek yerine, ayakkabıma güçlü bir tutkal gibi yapışan çamurlardan kurtulmak için bir miktar uğraştım ve ardından daha önce hiçbir dükkânın kapısında görmediğim 'Her sabah namazını müteakip besmele ile açılır' yazılı levha asılı olan kapıdan içeri girdim.

İçeride kimse yok gibiydi ama bu karşılanmadığım anlamına gelmezdi. Raflardaki tüm kitaplar, kendilerine has kokularıyla ve adeta kendi dilleriyle 'Hoş geldin' diyorlardı. Bir parça ağır olsa da bu kokuyu oldum olası severdim. Biraz da annemin teşvikiyle çocukluğumdan beri hep kitap okumuş ve tam bir kitap kurdu olmuştum. Genişçe dükkânda dolaştıkça heyecanım artıkça artıyor, sanki cennet bahçesinde dolaşıyor hissine kapılıyordum. Cennet diyorum çünkü İzmir'de bile bu kadar zengin bir kitap dükkânı görmemiştim. Neredeyse eski yeni her türlü kitap vardı. Hatta Osmanlıca yazılmış eserler bile vardı. Tek kusuru rafların bir parça düzensiz oluşuydu. Sanki her bir kitap, rastgele bir şekilde raflara konulmuştu. Öyle mutlu olmuştum ki tek bir kitabı bile atlamadan elime almak ve incelemek istiyordum. Öyle de yapıyor, hiç acele etmeden her birini yerinden usulca alıyor, minik bir kediyi okşar gibi cildine dokunuyor ve tozlarını siliyordum. Kaç dakika geçtiği halde hala ilk başladığım raftaydım.

Belki bir dahaki gelişimde daha ayrıntılı incelerim düşüncesiyle ikinci rafa geçiyordum ki kırmızı ciltli bir kitap, güçlü bir mıknatıs gibi çekim alanına aldı beni. Gerçi biraz yüksekteydi ama ona ulaşmayı kafama koymuştum bir kere. İyice doğrulmaya çalışıp uzanmayı başardım fakat bu sefer de yerinden çıkaramıyordum. Sağ ve solundaki siyah ciltli kitaplar, adeta pervasız iki koruma gibi yapışmış, çekip almama fırsat vermiyorlardı bir türlü. Belki de ısrar etmemeliydim ama niye bilmiyorum elimi bir türlü çekemiyordum. Dedim ya sanki güçlü bir mıknatıs beni çekim alanına almış, ben de hedefine odaklanmış ve yayından çıkmış bir ok misali kitabın gövdesine doğru sürükleniyordum. Yaklaşık bir-iki dakika süren amansız kavgamızın ardından nihayet galip gelmiş ve kitabı ele geçirmeyi başarmıştım. Daha doğrusu öyle olduğunu zannetmiştim. Zira elimde olan kitabın gül misali kıpkırmızı cildiydi sadece. Korumalar kapağı kaptırsalar da ana gövdeyi muhafaza etmeyi başarmışlardı.

   Üzgün bir halde bir taraftan elimde kalan cilde diğer taraftan da raftaki paralanmış güzelim kitaba bakınca gereksiz inadım yüzünden kendime kızdım içten içe. Aslında inatçı ve de ısrarcı bir kişiliğe sahip değildim. Hem bu ısrarımın sebebini düşünüp hem de kitaba zarar vermiş olmanın sıkıntısını için için yaşarken yanı başımda yirmili yaşlarda bir genç belirdi. Uzun boylu, geniş omuzlu, hafif kirli sakallı ve belirgin şekilde gür saçlıydı. Beni öyle mahcup bir halde görünce güneş gibi parlak ela gözleriyle gülümsemeye başladı. Muhtemelen dükkân sahibinin oğlu ya da çalışanıydı. Son derece cılız bir ses tonu ile

"Kusura bakmayın, istemeden kitaba zarar verdim." Dedim. Tekrar gülümsedi ve 

*** 

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now