Hemen bulunduğumuz salonun büyük kapısı hızlıca açıldı ve üniformaları farklı birkaç kişi içeri girdi. Muhtemelen asker veya Sultanın korumalarıydılar. Sultan bastonuyla beni işaret edince içlerinden biri yanıma yaklaşıp kapıya doğru yürümem için eliyle işarette bulundu. Birlikte kapıdan koridora oradan da avluya geçtik. Bir miktar bekledikten sonra bizi almaya gelen bir at arabasına binip saraydan çıktık ve yokuş aşağı inmeye başladık. Arabaya asılı duran ışıldağın yardımıyla görebildiğim arabacı, uzun süredir temizlik imkânı bulamamış olacak ki başındaki püsküllü fesi, kirden renk değiştirmiş ve bu haliyle saray görevlisi değil de sanki o dakikada yoldan çevrilip getirilmiş gibi bir izlenim vermekteydi. Ayrıca atların bakımsızlığı ve kaburga kemiklerinin rahatlıkla sayılabiliyor olması düşüncemi doğrular gibiydi. Arabadaki ışıldak ve yine yol kenarındaki evlerden süzülen ışıklar sayesinde etrafımı görebiliyor ve daha önce İstanbul'a gelmiş olduğumdan buraları bir parça biliyordum. Ancak sarayın bulunduğu Yıldız yokuşundan, boğaza kadar uzanan o birkaç yüz metrelik yolda yüzlerce dükkân varken şimdi ise alelade bir yoldu ve hiç olmadığı kadar tenhaydı. Yokuş bitince sola yani Ortaköy istikametine kıvrılarak boğaz yolundan devam ettik. Birkaç dakika sonra etrafı duvarlarla ve Arnavut kaldırımlarıyla çevrili olan son derece gösterişli bir yalının önünde durduk. Belki de saray demeliydim.

Yalıyı çevreleyen yüksekçe duvara göre daha alçakta kalan ve oldukça görkemli gözüken giriş kapısında bekleyen kapıcı, sanki geleceğimden haberi varmış gibi hiçbir şey sormadan içeri buyur etti. Beni getiren asker, geldiği istikamette yoluna devam ederken ben de yalıya doğru yürümeye başladım. İtina ile kesildiği belli olan kesme taşlarla döşenen ince bir yol, yalının ana kapısına kadar ulaşıyordu. Birkaç adım atmıştım ki sağ yanımda bulunan kamelyada bir kişinin oturduğunu fark ettim ve içeri girmek yerine kamelyaya doğru ilerledim. Kamelyayı çevreleyen ve her haliyle usta bir bahçıvanın elinden çıktığı anlaşılan yalının güzel bahçesi, özenle aydınlatıldığından kamelyada oturan kişiyi rahatlıkla görebiliyordum. Altmışlı yaşlarda, uzunca sakalı, değirmi yüzü ve dolgun siyah zeytinleri andıran kapkara gözleri vardı. Bedeni de yüzüyle uyumlu gibiydi. Entariye benzer oldukça bol bir elbise giymiş olmasına rağmen göbeği bedeninden bağımsız bir organmış gibi hafifçe çıkık fakat kahve fincanına uzanan kollarına bakılacak olursa uzuna yakın bir boydaydı ve bu yüzden göbeği pek sırıtmıyordu. Muhtemelen yalının sahibi idi ve Sultan'ın askerleri beni buraya getirdiklerine göre, elbette sıradan biri değildi.

Elindeki fincanı yavaşça sol yanında bulunan sehpa gibi bir şeyin üzerine koyup sağ eliyle yer gösterdi. Geçip oturmamla adamın konuşmaya başlaması bir oldu. Fakat kafamın arka tarafından şakaklarıma doğru başımı öyle bir ağrı esir almıştı ki söylenenleri ne takip edebiliyor ne de anlayabiliyordum. Adamın söylediklerinden o da birkaç cümle içerisinde geçtiği için sadece 'Serasker' kelimesi aklımda kalmıştı. Eğer 'ser' benim bildiğim gibi 'baş' anlamına geliyorsa askerlerin başı gibi bir şey oluyordu. Demek karşımda duran adam bir komutandı. Ha bir de isminin 'Mehmet Rıza Paşa' olduğunu söylemişti.

Kim olduğumu sorgulamaksızın uzunca sayılabilecek bir konuşma yapan Paşa, konuşmasını müteakip aç olup olmadığımı sordu. Sağ elimi kalbime götürüp başımla 'hayır' yanıtını verince kalkıp içeri girdik ve öd ağacına benzettiğim bir kokunun hâkim olduğu salonda oturduk. Kısa süreli bir sessizlik olunca bundan istifade ederek bir süre etrafı inceledim. Masalar, koltuklar, süslemeler, tavandaki şekiller... Başımı nereye çevirsem muhakkak bir ihtişam ilişiyordu gözüme. Sonra Rıza Paşa'ya baktım. Dışarıda aralıksız konuşan Paşa, bu kez tam tersine suskundu hatta uyukluyordu. Paşa'nın tam horultuları başlamıştı ki mutfak kapısı olduğunu tahmin ettiğim bir kapı yavaşça gıcırdadı ve 17 veya 18 yaşlarında bir kız, elinde bir tepsi ile çıkageldi. Önce Rıza Paşa'ya kahvesini uzatıp ardından bana yönelince gayri ihtiyari göz göze geldik. Niye bilmiyorum ama gözlerimi bir türlü ondan alamıyordum. Bir anda öyle bir ruh haline bürünmüştüm ki saatlerdir hissettiğim tedirginlikten, gariplikten hatta bilinmezlikten hiçbir eser kalmamıştı. Şu an esrarlı bir rüyada veya başka bir diyarda hatta bir başka zaman diliminde olsam da bakışları bana doğduğum şehrin gökyüzünü ve yine rengini ondan alan gölünü hatırlatmıştı.

"Kahveni neden almıyorsun evladım? Yoksa içmek istemiyor musun?" Paşa'nın tok sesi ve nazik ikazı ile kendime gelmeye çalıştım ama hala ona bakmaya devam ediyordum. O ise bakışlarımdan rahatsız gibiydi ancak kahve tepsisini uzattığından ve o vaziyette beklemek zorunda kaldığından aramızdaki mesafe kısalmış ve bu nedenden ötürü bakışlarını ne yana çevirirse çevirsin muhakkak bir şekilde yakalanıyordu. Aslında başka zaman olsa asla böyle bir şey yapmazdım ama şu anda her ne oluyorsa oluyor ve ben ne bedenime ne de ruhuma söz geçiremiyordum. Fakat yine de kahvemi almam gerektiğini biliyordum ve bin bir güçlükle kahveme uzanırken belki titreyen elimin tepsiye temasıyla belki de onun bilinçsiz veya bilinçli bir şekilde tepsiyi oynatmasıyla tutmaya çalıştığım fincan, olduğu gibi gömleğime döküldü. Beyaz gömleğimin tamamen renk değiştirmesine ve bu arada bir miktar yanmış olmama aldırış etmeksizin başımı kaldırıp yüzüne baktım. Çehresinde, mahcubiyetten çok öç almak duygusunun insana verdiği o ilk andaki haz ve bu hazzı devam ettirmek isteyen haşarı bir istek vardı ve artık kahvenin dökülme sebebinin titreyen ellerimle ilgili olmadığını biliyordum.

Hiddetle yerinden kalkan Rıza Paşa'nın, her kelimesi azar dolu talimatıyla hemen beni aldı ve birlikte üst katta bulunan bir odaya çıktık. Salonun bir üstüne denk gelen oda, denize nazırdı ve alabildiğine genişti. O güne kadar en izbe yetiştirme yurtlarında, bakımsız pansiyonlarda hatta sokaklarda kalan ben, ilk kez saray misali bir yalıda hem de denize nazır bir odada ikamet edecektim. Aslında bu saydıklarımın hiçbir önemi yoktu. Kapının pervazına yapışmış, ona bakıyordum. Baktıkça görüyordum ki içinde bulunduğum yalı, pencereden gözüken boğaz ve yine uğruna nice canların yitip gittiği İstanbul, onun yanında sıradanlaşmış, varlıkları ile yoklukları müsavi hale gelmişti. Önce yatağın nevresim ve çarşafını değiştirdi sonra uzun süredir kullanılmadığından olsa gerek tozlanmış sehpayı sildi ve üzerine bakır bir sürahi koydu. Bir iki şeyi daha düzelttikten sonra duvara gömülü ve ancak kolu çekilince anlaşılabilen bir çekmeceden entari şeklinde beyaz renkli uzunca bir gecelik çıkardı ve usulca yatağımın ucuna koydu. Unuttuğu bir şey olup olmadığını anlamak istercesine ellerini önünde kavuşturup bir süre etrafı inceledikten sonra her şeyin tamam olduğuna kanaat getirmiş olacak ki kapıya yöneldi. Onunla konuşmak istediğimden kapıyı ortaladım ve çıkmasına mani olmaya çalıştım. Sert bir şekilde gözlerime baktıktan sonra

"Odan da elbiselerin de hazır! Şimdi çekil yolumdan!" Diyerek ikazda bulundu. Ondaki hiddetin aksine gülümseyerek ve alabildiğine yumuşak bir dille cevap verdim.

"Ben bu entariye benzeyen elbiseyi giymem."

"Neyi varmış elbisenin? Asıl sen kendi giydiklerine bak! Frenkler gibi giyinmiş, bir de konuşuyorsun! Sultanımız da nereden buluyor senin gibi garip tipleri, bir bilebilsem."

"Bir defa Sultan beni değil ben onu buldum. İkincisi, kahveyi bilerek üzerime döktüğünü biliyorum."

"Döktüysem döktüm! Sen de hak ettin!"

"Haklısın. Sana öyle bakmakla yanlış yaptığımı biliyorum. Kabul edersen affımı rica edeceğim."

"Önemli değil. Şimdi çekilir misin?" İtiraz etmeyip çekilince ağır adımlarla yürüdü ve birkaç adım attıktan sonra durdu. Konuşup konuşmama arası bir kararsızlık yaşıyor olacak ki bedenini tam çevirmeden hatta ayaklarından biri öne doğru hamle yapmış bir halde başını, o da yüzümü görecek kadar çevirip baktı. Dikkatle baktığım çehresinde az önceki hiddetinden kalma bir ifade varsa da bu hiddet her geçen saniye azalıyor ve ben bu azalmayı an be an takip edebiliyordum. Dudaklarını hafifçe oynatıp konuşmaya başladığında dudak kıvrımlarının yukarı doğru kıvrılmasa bile düz bir çizgi şeklinde yanlara doğru gerildiğini görebiliyordum.

"Bir şey sorabilir miyim?"

"Sorabilirsin."

"Sen kimsin?"

"Bir bilebilsem?" Gülümsedi.

"Bilmiyor musun?"

"Şu anda neler oluyor, ben kimim ve burada ne arıyorum hiç bilmiyorum. Gerçi bunların hiç biri umurumda değil. Belki de şu anda umurumda olan tek şey renk değiştiren gömleğim." Yine gülümsedi.

"Üzerini değiştikten sonra çıkarıp kapıya koyarsan yıkarım. Sabaha kadar da kurur. Hem böylece ödeşmiş oluruz." Cevap verecektim ki dönüp yürüdü ve soldaki üç odadan ortadakine girdi ve kapıyı kapattı.....

***

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now