LII.

46 6 1
                                    



Gözlerimi açtığımda kendimi Yıldız Sarayı'nda buldum. Hem de daha önce İstanbul'a gittiğimde dikkatimi çeken sandalyelerden birinde oturmuş bir halde. Daha şaşkınlığımı üzerimden atamamıştım ki bir çekiç sesiyle irkildim. Boynundan dizlerine kadar uzanan yeşil renkli bir peştamal giyen Sultan, elindeki çekiçle önünde duran masanın ayağını yapmakla meşguldü. Hemen kalkarak masayı tuttum ve kendimce yardım etmeye çalıştım. Birkaç çiviyi dikkatli bir biçimde çaktıktan sonra doğruldu ve önlüğünün eteği ile siyah ve sık sakallarına doğru akan terini sildi. Her zamanki gibi yine niçin orada olduğumu sorgulamadan gülümsedi ve

"Galiba yaşlandık. Artık azıcık bir çalışma bile yoruyor, bedenim aklıma da ruhuma da itiraz ediyor." Dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Sadece başımı sallayarak karşılık vermeye çalıştım. Masayı sağa sola çevirip bir miktar inceledikten sonra az önce kalktığım sandalyeye geçip oturdu ve getirilen kahveyi içmeye başladı. Üç yudumda kahvesini bitirdikten sonra

"Afiyettesin inşallah?" diye sordu.

"Gayet iyiyim hünkârım." Diye yanıtladım.

"Âlâ!" diyerek sağ elini hafifçe dizine vurdu. Sultan susunca bu kez ben konuştum:

"Efendim; Rıza Paşa olsun, yalıya gelen misafirleri olsun sizden hep övgüyle söz ediyorlar. Devleti gayet güzel idare ettiğinizden, dış devletlerle başarılı bir şekilde mücadele verdiğinizden ve yine halkınızın mutluluğu için gece-gündüz demeden..." Sol elini kaldırıp yeter der gibi bir işarette bulununca cümlemi devam ettirmedim. Ben susunca kalktı ve pencereye doğru yürüdü. Envai çeşit çiçek ve ağaç arasından bir kartpostal gibi gözüken boğaza uzun uzun baktıktan sonra döndü ve acı acı gülümsedi.

"Etrafımdakilerin konuşmaları elbette övgü dolu olacak, farklı bir şey söylerler mi hiç? Ancak samimiyetlerine itibar etmem. Her biri koynuma girmiş bir yılan gibidir ve acı olan şu ki onlar da ben de bunun böyle olduğunu biliriz fakat bu gerçek her iki tarafın da işine geldiğinden susmayı tercih ederiz. Gelecekte tarih, beni nasıl yargılayacak bilmiyorum ama bence bu suskunluğumdan dolayı yargılamalı. Çünkü yanımdakileri işin ehli kimselerden ziyade sadakatlerine itimat ettiklerimden seçiyorum. Dolayısıyla şahsi önceliklerimi sanki devletin önceliklerine tercih ediyormuşum gibi bir durum ortaya çıkıyor. Gerçi benden öncekilerin başına gelenler, hesaba katılınca bu hareketimin sebepleri anlaşılabilir ve mazur görülürüm kanaatindeyim ancak tarih kanaatlerimizle değil hakikatlerle hüküm verecektir elbette.

Bir de vicdansız muhaliflerim var. Onlar da yerden yere vururlar beni. Onlara sorarsan tüm kötülüklerin başı benim ve ben gidince her şey güllük gülistanlık olacak ve böylece Devlet-i Aliye yeniden o eski görkemli günlerine dönecek. Oysa değil bu koca devleti, küçük bir kurumu dahi yönetemezler ve adım gibi biliyorum ki onlar da bunun farkındadırlar. Keşke şöyle lafını sakınmayan, doğruya doğru, yanlışa da yanlış diyen üç beş tane aklı başında adamım olsaydı. Heyhat! Ne askeri cihette ne ulema cihetinde ne de Bâb-ı Âli'de böyle adamlara sahip değilim. Etrafımda sadece yalakalar var! Hem bu yalakalar, yanıma gelmek isteyenleri türlü bahanelerle içeri sokmadıkları gibi halk ile aramda konumum gereği var olan duvarları daha da yükseltiyorlar. Bu yüzden bunlara mabeyn görevlileri değil de mabeyn tuğlacıları demek daha evladır." 'Mabeyn' ne demekti acaba? Ben bu kelimenin ne olacağına dair zihni jimnastiğimi sürdürürken Sultan yeniden pencereye yöneldi ve uzun süre hiç konuşmadı. Tekrar dönüp bana baktığında sanki bir çare bulmuş gibi gözlerinin içi gülüyordu.

"Belki de çıkıp gezmelisin memleketi. Çiftçilere, işçilere hatta kürek mahkûmlarına uğramalı, onlara sormalısın. O zaman benim hakkımda daha sağlıklı bir bilgiye ulaşırsın." Bunu yapmayı ben de çok isterdim ama buna imkân var mıydı?

"Efendim ben bu dediklerinizi yapmayı çok arzu ederim. Yalnız bir müşkülüm var ve..."

"Vakit hiç olmadığı kadar namüsait. Bilahare inşallah..." diyerek yeniden pencereye yöneldi. Başımla selamlayıp çıktım ve yürüyerek yalının yolunu tuttum.

***

Boğaza geldiğimde acele etmeyip adımlarımı daha küçük atmaya başladım. Güneşin esirgemeden cömertçe gönderdiği tüm ışıklarını bir sünger gibi içine çeken boğazın koyu lacivert suları, mavileşmiş ve insanın başını döndürecek kadar güzelleşmişti. Bir miktar daha yürüdükten sonra geçip bir kaya parçasının üzerine oturdum ve başladım boğazı seyretmeye. Arap harfleriyle yazıldığından dolayı üzerlerindeki yazıları okumakta güçlük çektiğim ancak harıl harıl karşıya yolcu taşıyan vapurlar, balık tutan tekneler, nasibini arayan sabırsız martılar, onların aksine alabildiğine tevekkül içinde olan karabataklar... Boğaz böyleyken sahil de ondan farklı değildi. Baloncular, şekerciler, şerbetçiler, simitçiler, babasının elinden bir şekilde kaçıp ya baloncuda ya da şekercide soluğu alan küçük çocukların cıvıltısı... Hayran hayran gelip geçenleri izlerken giyimleri, tavırları hatta konuşmaları bir hayli farklı olan ve bizden yaklaşık seksen yıl geride olan bu insanları garipsemiyordum artık. Garipsemek şöyle dursun kendimi bu yüzyıla daha yakın hissettiğimi bile söyleyebilirdim.

"Merhaba." Kulağıma tanıdık gelen daha doğrusu tanıdığım günden beri kulağımdan hiç çıkmayan bu ses üzerine, elektrik çarpmışçasına oturduğum kayadan neredeyse fırlayarak kalktım ve şaşkın şaşkın gözlerine baktım. Üzerinde yerlere kadar uzanan bir elbise ve başında da başörtü ile birlikte yüzünü kapatan bir peçe vardı. Sadece tatlı tatlı bakan gözlerini görebiliyordum...

*** 

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now