XXXVIII.

62 6 14
                                    


Selim

Serasker Paşa Yalısı(Beşiktaş)/1908

Birkaç gündür dükkâna uğramıyordum. O gün öğleden sonra gittiğimde Baba akranlarıyla parkta dolaşıyor, Rüveyda ise dükkândaydı ancak alabildiğine soğuktu. Öyle ki ne sorduğum sorulara cevap veriyor ne de yüzüme bakıyordu. Oysa birkaç gün önce birlikte adaya gitmiş, dertleşmiş ve sonra güzel bir şekilde ayrılmıştık.

"Rüveyda yine ne oldu? Selamımı bile almıyorsun!"

"Yok bir şey."

"Yoksa geçen el sallamadım diye mi?.."

"Yok be! İster salla ister sallama hiç umrumda değil."

"Yok bir şey diyorsun ama yüzün hiç de öyle demiyor. Yoksa küs müyüz?"

"Hayır niye küs olalım?"

"İyi de birkaç gün sonra görüşüyoruz ama yüzüme dahi bakmıyorsun."

"Belki bir başkası yeterince bakıyordur." Bir başkası derken kimi kast ediyordu acaba? Tam cevap verecektim ki sanki pişman olmuş gibi çehresi hemen değişti ve çay içip içmeyeceğimi sordu. İmalı laflarına canım sıkıldığından sesimi yükselterek cevap verdim:

"Sadece çay içmek istiyorum Rüveyda!"

"Sadece çay? Yani yanında bir şeyler..."

"Sadece çay diyorum! Bir de zıkkımın kökü var! Hiç duydun mu?"

"Tamam, ben çayını getireyim hemen."

"Hazırsa getir, yoksa gitmem lazım!"

"Nereye?"

"Nereye mi? Ya sen ne diye bu kadar soru soruyorsun?"

"Haklısın, kusura bakma! Ben çayını getireyim."

"İstemez! Çay da istemiyorum, konuşmak da!" Ruhum hiç olmadığı kadar sıkılmıştı. Gitmeye niyetlenmişken o benden önce davrandı ve hemen askıdaki çanta ve montuna yöneldi. Çıkmadan önce yanıma iyice yaklaştı ve dolu dolu gözlerle bir süre yüzüme baktıktan sonra ağlamaklı bir sesle konuştu:

"Beni şu sehpadaki çay bardağıymışım hatta ondan daha değersizmişim gibi rahatlıkla kırabiliyorsun. Kırılmam yüreğini soğutmadıysa ve tuz buz olmamsa niyetin, biraz daha kır o zaman! Bir daha beni hiç görmeyeceksin!"

"Of Rüveyda! Tam bir çocuk gibisin!" Yanağından boynuna doğru kavis dahi çizmeden akan yaşlarını sildi ve

"Hoşça kal Kabadayı!" diyerek çıkıp gitti. O gittikten bir süre sonra Haluk Baba, İkram Kali ile birlikte geldi ve onlar Vansesi Gazetesi'nin yarınki manşeti üzerine muhabbet ederlerken ben de çaylarını doldurup yanlarına oturdum. Kulak misafiri olduğum kadarıyla yarınki manşet, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğrencilerinin beklentileri üzerine olacaktı. Sohbet bu konu üzerinden devam ederken bir aralık Haluk Baba bana dönüp: 'Bir kelebeğin ömrü gibidir hayat, ne kırmaya gelir ne de kırılmaya. Vakit varken gönül almak lazımdır.' Diye bir cümle sarf etti. Hiç nedeni yokken böyle konuşunca acaba Rüveyda ile tartışmamıza şahit mi oldu diye düşünmeden edemedim. Niye böyle söylediğini merak etmiş ve çay faslımızdan sonra sormayı düşünmüştüm. Ancak bardağını bitirir bitirmez kalkan ve muhtemelen yeni bir haberin peşine düşen İkram Abi'ye takılıp gidince sormaya fırsatım olmadı.

***

Mutfağa geçip çayımı ısıttım ve bir süre müşterilerle ilgilendim. İlerleyen saatlere doğru müşteriler iyice seyrekleşmeye başlamıştı. Son müşteri de gidince kalkıp kapıyı kilitledim ve raflar arasında gezinmeye başladım. Ancak gezinti bir işe yaramıyordu. O dakikaya kadar gayet iyiyken nedense o anda ve nedenini bilmediğim bir şekilde kendimi bitkin hissetmeye başladım. Bu yüzden masaya dönüp başımı kollarımın arasına aldım ve bir miktar uyumak istedim. Birkaç dakika sonra akşam ezanı okunmaya başladı. Bir taraftan uyumaya çalışıyor diğer taraftan ezanı dinliyordum. Ezan okunurken yapılacak duaların makbul olacağına dair bir şeyler okumuştum bir yerlerden. Bu yüzden hemen duaya başladım. Uzun uzun yakardıysam da duam tek kelimeydi aslında.

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now