LIII.

47 6 0
                                    


"Niye öyle şaşırdın? Tanımadın mı yoksa?"

"Elbette tanıdım. Sadece seni hep yalıda görmeye alıştığımdan burada böyle karşılaşınca..."

"Oya almak için inmiştim. Şimdi de gidiyorum. Hadi Allahaısmarladık."

"Dur biraz!"

"Olmaz, böyle uluorta konuşmamız hiç yakışık almaz."

"Tamam, böyle uluorta konuşmayalım. Yalıya beraber gidelim."

"Olmaz dedim. Beni selam verdiğime pişman etme lütfen!"

"Sadece birkaç adım o zaman?" Cevap vermeyince bunu onay kabul edip peşine takıldım. Birkaç adım atmıştık ki yanımızdan bir şekercinin geçtiğini gördüm. Satıcıyı durdurup iki şeker aldım ve birini ona uzattım. Cebimden para çıkarıp ödemek istedim ancak satıcı yüzüme garip garip bakınca geç de olsa bu bakışların nedenini fark edebildim. Benim param Osmanlı parası değildi ve çok kötü bir duruma düşmüştüm. Bir satıcıya bir de ona baktım. Hemen çantasından para çıkarıp ödemek istedi ancak şekerci mani oldu ve

"Ziyanı yok! Şekerleriniz benden olsun." Dedi. İyi de şartlar ne olursa olsun kimseye borçlu kalmamayı hayatının en önemli düsturu haline getirmiş ben, bunu nasıl kabul edecektim? Diyelim ki kabul etmedim, bu durumda nasıl bir çıkış yolu bulabilirdim? Birkaç saniye düşündükten sonra borçlu kalmak istemediğimi ve kendisini ilk fırsatta nerede bulabileceğimi şekerciye sordum. Güldü.

"Merak etme delikanlı, borçlu kalmazsın. Ben Penezoğullarından Ömer Faruk'um. Babam hep derdi ki 'Âşıkların duası adrese teslim edilmiş mektup gibidir.' Şekerlere mukabil siz de bana dua edersiniz ve böylece ödeşmiş oluruz." Şekerci tebessüm eden bir çehre ile aheste aheste yanımızdan uzaklaşırken gülerek birbirimize baktık. Yanıma biraz daha yaklaşıp elimdeki paraları aldı ve incelemeye başladı.

"Bu paralar hangi ülkenin? Sen Frenk misin yoksa?"

"Frenk ne demek, anlamadım?"

"Yani Avrupalı mısın? Bu yazılar Latince."

"Ben buralıyım."

"Buralar Osmanlı ama?"

"Sana bir şey söyleyeyim mi? Bir gün gelecek ve bu koca devlet yıkılacak. Yerine yeni bir devlet kurulacak. O devletin alfabesi de parası da farklı olacak."

"Hadi ya! Bu hayalciliğinle kurulan devletin padişahı da kesin sen olursun!"

"İnan hayal falan değil. Hem padişahlık da olmayacak. Miladi takvimi bildiğimden ona göre söyleyeyim. 1914 yılında tüm dünyayı etkisi altına alacak ve adına da I. Dünya Savaşı denilecek korkunç bir savaş olacak. Osmanlı Devleti o savaşa katılacak ve Çanakkale'de İngiltere ve Fransa gibi dünya devlerini yendiği ve yine Kut'ül Amare'de İngilizleri yerin dibine soktuğu halde yine de kaybedecek. 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul resmen işgal edilince 23 Nisan 1920 de yeni bir devletin temelleri atılacak. Yaklaşık iki buçuk yıl sonra saltanat kaldırılınca Osmanlı Devleti resmen sona erecek ve hemen ardından Halifelik de ılga edilip Osmanlı hanedanı yurt dışına gönderilecek."

"Sen tam bir hayalcisin. Devlet-i Âliye yıkılır mı hiç?"

"İbni Haldun'u okurken denk gelmiştim. O diyordu ki devletler de insanlar gibidir. Doğar, gelişir ve sonra ölürler. Tarihe baktığımız zaman biz de böyle olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Hal böyleyken Osmanlı Devleti'nin yıkılacak olmasına neden bu kadar şaşırıyorsun."

"Hem filozof hem hayalci hem de şakacısın."

"Şakacı bir kişiliğe sahip olmak isterdim ama pek beceremem."

"Bence de beceremiyorsun. Hem artık kim olduğunu biliyorum ben."

"Kimim ben?"

"Cebindeki paralardan anladım. Sultanın misafiri olduğuna göre, dışarıda hususi görevlerin var. Muhtemelen bir muhbirsin." Allah'tan 'Muhbir' kelimesinin anlamını biliyordum ancak bilmezlikten gelerek sordum:

"Yani kötü bir şey mi muhbir?"

"Avrupa'dan haberler getirmek ve devletimizin buna göre önlemler almasını sağlamak elbette kötü bir şey değil. Ama içeride çalışan bir muhbir olsaydın o zaman kötü bir şey olurdu. İçeridekiler işi o kadar azıttılar ki neredeyse her şeyi saraya rapor ediyorlar. Biz buna jurnal diyoruz. Geçenlerde bu jurnallerden Paşa Babamın oğullarının da dert yandığını gördüm. Bazı muhbirler Vaniköy'deki yalının yatak odalarına kadar gözetleyip giren çıkanları saraya jurnallemişler. Bence Sultan bu tip jurnallere de jurnalcilere de itibar etmemeli. Muhtemelen etmiyordur da. Çünkü insanların özel hayatına girmek muhbirlik olamaz. Bu olsa olsa..."

"Neden sustun?"

"Sustum çünkü bu durumu ifade edecek bir kelime bulamadım."

"Anladım. Peki, merak ettiğim için soruyorum. Başka nelerden şikâyetçisin?"

"Mesela basın; Evimize, Paşa babamın konumundan dolayı hemen hemen bütün gazeteler gelir ve ben de fırsat buldukça hepsini okurum. Ancak neredeyse hepsi aynı havadislerle çıkıyor. Bir tek isimleri farklı. Bak bir de basın deyince aklıma geldi; Geçenlerde bizim konağa bir gazeteci gelmişti. Paşa Babamla konuşurlarken duydum. Söylediğine göre, gazetesine bir çeşme resmi koyuyorken son anda yayınlamaktan vazgeçmiş. Çünkü çeşmenin hemen yanında bir adam dua ediyormuş ve bu resim 'Öyle bir devirdeyiz ki işimiz duaya kaldı.' Diye yorumlanabilirmiş. Tamam, bu haber bir kısım yalakalarca böyle yorumlanabilir ancak saraya girip çıkan biri olarak şunu rahatlıkla söyleyeyim ki; Sultan bu adamların düşündüğü gibi biri değil. Bence gazetecilerin bu kadar korkmasına gerek yok. Aslında çoğu kez baskılardan dolayı değildir korkularımız. Tam tersine korkularımızdan dolayı baskı altında hissederiz kendimizi ve bence her şeyden önce korku duvarlarımızı yıkabilmeliyiz..." Anlattıkları ilginç gelmişti bana. Çünkü ilk kez Sultan'ı hem takdir eden hem de yönetimdeki eksikleri söyleyen birine şahit olmuştum. Galiba bugün Sultanın 'Keşke' diye hayıflanıp aradığı kişilerden biri tam da karşımda duruyordu.

"Bugün Sultan'ın yanındaydım ve bana etrafındakilerden dert yandı. Bir de..."

"Bak! Sadece birkaç adım eşlik edecektin ama hala yanımdasın. Lütfen artık ayrılalım."

"Tamam! Tamam! Bir şey söyleyeyim de öyle ayrılalım. Hem muhbir olduğumu düşünüyorsun hem de benim yanımda eleştiriler yapıyorsun. Hiç mi korkmuyorsun?"

"Hatırlıyor musun bir ara bana'Güçlüler bazen haklı, haklılar ise her zaman güçlüdür.' Demiştin. Eğer haklı isem niye korkayım ki. Hem keşke korkularım sadece bunlardan ibaret olsa."

"Anladım. Bir de son olarak..."

"Of! Sıktın ama!" diyerek sesini yükseltti ve cümlemi tamamlamama fırsat vermeden hızla uzaklaştı.

***

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now