XXXI.

82 8 14
                                    


     Yokuşu bitirip boğaza geldiğimizde faytoncu kayışları çekip atları sola çevirdi. O an için faytona değil de sanki salıncağa bindirilmiş küçük bir çocuk gibi tatlı bir sevinç duydum. Bir aksilik olmazsa birkaç dakika içinde onu görebilecektim. Yalıya geldiğimizde askerleri selamlayarak faytondan indim. Artık kendimi bir yabancı gibi hissetmiyordum. Kapıdaki görevli bile evin bir üyesiymişim gibi karşıladı beni. Bahçe kapısından içeri girip evin kapısına geldim ve hafifçe tokmağa dokundum. Şükür ki kapıyı o açtı. Gülümseyerek içeri girdim ve sanki kendi evimmiş gibi salondaki bir koltuğa oturdum. O ise aramızda aşılması güç duvarlar varmışçasına birkaç adım ötemde hareketsiz bir şekilde ayakta bekliyordu. Niye bilmiyorum ama o birkaç adım bana çok uzak bir mesafe gibi geldi ve suskun geçirdiğimiz her bir dakika, bu mesafe daha da artıyormuş hissine kapıldım. Hem konuşmamıza bir girizgâh olması hem de yanımda kalmasını temin maksadıyla oturmasını istediğimde sanki çok kötü bir şey söylemişim gibi yüzüme baktı ve sert bir ses tonu ile nedenini sordu.

"Bir nedeni yok, sadece..."

"Bir isteğiniz varsa söyleyin yoksa mutfağa dönmem gerek. Daha akşam için yemekler yapılacak."

"Yemekleri siz mi yapıyorsunuz?"

"Niçin sizi ilgilendirmeyen sualler soruyorsunuz?"

"Merak ettim sadece. Cevaplamak zorunda değilsiniz. Ayrıca bir isteğim de yok, teşekkür ederim."

"Yemek olarak arzu ettiğiniz bir şey var mı?"

"Zahmet etmeyin, bir kuru ekmek kâfi."

"Siz Sultanımızın misafirisiniz. Gidip 'Bana iyi bakmadılar!' diye şikâyette bulunmayın sonra."

"Tam tersine az önce zat-ı âlileriyle beraberdik ve bana gösterdiğiniz misafirperverlikten övgüyle söz ederek memnuniyetimi ifade ettim." Cümlem bitmişti ki kendimi bir garip hissettim hemen. Sanki sadece mekân ve zaman değil konuşmam ve kullandığım kelimeler de değişmişti.

"Övgüye hacet yok. Sadece hakikate tercüman olmanız yeterli."

"Övgü falan değil inanın..." cümlemi bitirmemi bile beklemeden dönüp mutfağa gitti. Yine hiç olmadığım kadar bitkindim. Bu yüzden arkamdaki yastığı alıp dizlerime dayadım ve başımı yastığa koydum. Uyumak istemiyordum lakin ne zaman buraya gelsem şiddetli bir baş ağrısı ve anlatılmaz bir yorgunluk bedenimi esir alıyordu. Ne kadar mücadele edersem edeyim yenik düştüm ve tam içim geçmişti ki bir elin omzuma dokunduğunu hissettim. Görmesem de onun olduğunu biliyor ancak bir türlü başımı kaldıramıyordum. Bu kez sırtıma hafifçe vurur gibi yaptı ve

"Efendim" dedi. Güçlükle başımı kaldırdım ve bir emsali daha olmayan masmavi gözlerine baktım. Gözlerindeki ifade bir ana şefkati kadar içten, her iki gamzesinin eşlik ettiği gülüşü ise bir vesileyle tadına baktığım Anzer Balı gibi sıra dışıydı.

"Yemekler hazır. Vakit geç olmadan yemeniz sıhhatiniz açısından elzem efendim." Sıhhati anlamıştım da 'Elzem' ne demekti acaba? Bundan sonra yanımda bir Osmanlıca Sözlük taşımam farz olmuştu artık.

"Açıkçası pek aç değilim. Eğer kabalık olarak telakki etmeyecekseniz ben yemeyeyim."

"En azından bir çorba olsun içiniz." Ona hayır diyebilir miydim? İtiraz etmeyip kalktım ve birlikte kamelyaya doğru yürüdük. Yürürken tüm ısrarıma rağmen önüm sıra yürümeyip ardımdan gelmeyi tercih etti. Beykoz'u, Üsküdar'ı hatta karartı halinde bile olsa adaları gören kamelyada, mükellef bir sofra beni bekliyordu. Acaba hangi ara böyle bir sofra hazırlanmıştı? Sadece birazcık içim geçmişti oysaki. Kim bilir belki de uzun uzun uyumuştum. Masada o kadar çok yemek vardı ki yirmi insan daha olsa yine kifayet ederdi. Çorbamı doldurup uzatırken

Kabadayı 1908 (Kitap Oldu)Where stories live. Discover now