Giriş

9.5K 273 40
                                    

Asırlar gibi gelen uzunca bir sürenin ardından ilk kez karanlığımdan sıyrılmıştım. Gözlerimi kırpıştırırken bir yandan da ışığa alışmaya çalışıyordum. Göğsümün üzerinde tatlı bir ağırlık vardı ve nadiren tadabileceğiniz o tatlı koku etrafımı sarmıştı.

Gözlerimi araladığımda badem ve portakal çiçeklerinin kokusuyla harmanlanmış denizin yakıcı ve tuzlu kokusu tüm duyularımı doldurdu. Ciğerlerim bu hoş kokuyla bayram ederken göğsümdeki ağırlık kıpırdandı. Şüphesiz onun kim olduğunu biliyordum: Eşim, yoldaşım, tek varlığımdı. Onu öylesine sert zihnime kazımıştım ki kontrol etme gereksinimi duymuyordum.

Üzerimizden akıp geçen mart rüzgarıyla hamak ağır ağır sallanırken kollarımın arasındaki narin bedeni titredi. O sıcak dalga üzerimizden geçerken poyraz esmiş gibi telaşla ona sarıldım. Kendine hoş bir pembelikteki dudakları kıvrıldığında kendimi kalabalığın arasında kaybetmiş gibi hissettim. Şüphesiz sadece bakışlarıyla beni sarhoş edebilecek tek kadındı. Gözleri kendine has tonda kendini mavinin zulmünden kurtarıp yeşile bırakmakla bırakmamak arasındaydı. Beni kendine çekiyor, acımasızca boğuyordu. Boğuluyordum ve bana uzatılan yardım ellerini teker teker reddederek bilicimi kaybediyordum. Boğulmak ya da ölmek... Hiç fark etmez. Sebebi o ise defalarca çlüp beni tekrar öldürmesi için dirilebilirim.

Eli tenimin üzerinde gezerken bütün hücrelerim aynı anda onun önünde secde etti. Ürkekçe yaklaştı, gözleri gözlerimi bir an bile terk etmiyordu. Onu son nefesine kadar tüketip, gözlerinin parlaklığında kaybolmak istiyordum. Beni duymuş gibi biraz daha yaklaştı. Nefesi nefesim olup ciğerlerimi şenlendirirken ölmek istedim; onun kollarında, nefesinde, huzurunda...

Elimi kavisli sırtından aşağı kaydırıp kıvrımları arasında süzülürken boştaki elim şişmiş karnını kavradı. Küçük bedeninde mucizevi bir hediye saklıyor, kutlama gününü gelmesini sabırla bekliyordu. Bize ait bir şeyi minik bedeninde besliyor ve büyütüyordu. Kadınlar muazzam canlılardı; O ise daha fazlası... Tanrı, Havva'ya nispet olsun diye yaratmıştı onu sanki. İnsanlığa yeni bir ahenk katsın diye...

Burnunu tenime değdirerek kulağıma ulaştı, meleksi sesiyle adımı defalarca fısıldadı. Defalarca... Defalarca... Defalarca... Onu bıkmadan saatlerce dinleyebilirdim. Sadece sesini içebilir, sarhoş olabilir, doyabilirdim ve sesiyle çarşaf misali sarıp sarmalanabilirdim.

Güneşin altında parıldayan, rüzgarın her dokunuşuyla yer yer sarıya çalan kızıl saçlarını kıymetle geriye attım. Badem ve portakal çiçeklerinin kokusu bahçemden yayılmıyordu, tam buradan, saçlarının arasından, teninden yayılıyordu. Parmaklarım saçlarının arasında yüzdükçe koku daha da güçleniyordu.

Karameli andıran sesiyle "Seni seviyorum," diye fısıldadı usulca. Dudaklarının harflere her vurgusunda kalbim hızlandı, ritmini şaşırdı. Bedenim tatlı kasılmalarla titriyordu. Elimde olmadan kocaman sırıttım, onun zayıflığımı görmesinden utanmıyordum, istiyorsa bununla beni defalarca vursun. Pişman olmazdım.

"Seni seviyorum," diye fısıldadım. O kelimeler bir sarhoşun dilinde kafiyesiz, yer yer kıvrık ve beceriksizce nasıl dönüyorsa aynı tınıyla dilimde döndü.

Henüz kurumamış mürekkebin üzerine bir damla su dökülmüş gibi rüyamdaki tüm renkler, duygular, kokular ve duyumlar birbirine karıştı. Geriye siyahın üzerinde belirsiz lekeler ve imgeler. Saçları güneşim, kalbi huzuru olan kadın kayboldu. Dalga sesleri, tuzlu koku... Gülüşüm bile kalmamıştı geriye. Rahat hamağın o tatlı sallantısı yoktu, yüzüme vuran tatlı güneş ışığının sıcaklığı ya da göğsümdeki huzur dolu ağırlık... Yoktu. Sadece genzimi yakan acı ilaç kokusu ve kulak tırmalayan düzenli sesler vardı. Etraf aydınlıktı fakat bu ışık rüyamı aydınlatan gün ışığından ziyade yabaniydi. Rahatsızlık hissiyatı git gide artıyor, insana huzur vermiyordu.

Bir kez daha korktuğumu hissettim, bedenimin her bir zerresi tonlarca ağırlıkta taş parçası gibi kaskatıydı. Kontrol edebildiğim en küçük uzvumu olan el parmaklarımı hareket ettirdim. Avucumun içindeki sıcaklık çizdiği daireleri yarıda bırakıp parmaklarıyla hissiz ve kaba parmaklarımı sıkıca kavradı.

Duyduğum sesle buğulu bakışlarım kontrolsüzce etrafta dolandı. Boğazımdaki dolulukla öksürdüm. Bu canımı yakmıştı. Sesin sahibini arıyordum. Neredeydi? Lanet olası acı boğazımı parçalıyordu. Neredeydi o?

Oradaydı.

Korkulu gözlerle bir yandan bana bakıyor bir yandan da bir şeyler söylüyordu. "Brandon," diye fısıldadı. Onu daha iyi görebilmek için gözlerimi kırpıştırdım. Işık sanki biraz daha kör olayım, biraz daha ondan mahrum kalayım diye daha parlaktı. Lanet gibi parlak. Yine de güçlü olan bendim, yersiz mücadeleyi ben kazandım.

Okyanus kadar mavi gözlerinde parlayan korku ifadesi artarken titrek dudakları aralandı "Uyandı!" diye haykırdı. Ağzımdaki ne idüğü belirsiz şeyi çıkarmaya çalışırken parmaklarım ne işe yaradığını bilmediğim başka kablolara dolandı

"Brandon uyandı!"

Bana ne oldu?

Sana Ait | Vincent Serisi 2Where stories live. Discover now