Bölüm 46: Aşk-ı Kıyamet

476 85 1.9K
                                    


Herkese merhaba. Nasılsınız. Çok yoğun demekten bıktım ama gerçekten öyle. Eşim yurtdışından geldi dün akşam, bölüm yetişmedi.

Yine sınır koyuyorum ve mantıklı yorumlar bekliyorum. Bölümün şerefine +2000 yorum. Çok uzun bir bölüm oldu. Eminim en sevdiğiniz bölümler arasına girecek. İyi okumalar. Bölüm sonunda görüşelim.

İçime ekilen buğday tohumları su istemezken susuz kalmışlardı.

Ben, serpilip büyüyerek bir insan boyu kadar olduklarında tepeden onlara bakacağımı hayal etmiştim halbuki. Öyle olmamıştı. Ekilmişlerdi ama öylece kalmışlardı. Neden büyümüyorlardı ki sanki? Büyüsünlerdi işte. Böyle toprağın altında kalmalarının bir anlamı yoktu. Büyüyüp boy verdikleri zaman daha güzel görünürlerdi. Öyle değil mi? Toprağın altında kalan hiçbir şey aranmadığı sürece bulunmazdı. Arayıp bulsa mıydım acaba tohumları? Ben bulamazdım ki. Çünkü onları ben ekmemiştim. Onları Demir Han ekmişti. Onun arayıp bulması lazımdı.

Toprağın altında değildim belki ama yukarıda da değildim sanki. Nerede olduğum hakkında bir gram fikre sahip değilken havuzu gören pencerenin önünden çekildim. Kuş tüyü olduğunu düşündüğüm o rahat mı rahat yatağın üzerine oturup dizlerimi karnıma çektim. Çenemi dizlerimin üzerine koyduktan sonra karşımda duran şifonyerin aynasından yüzümü inceledim.

Bir hafta önce buraya geldiğimde yine gözümün altında hafif morluklar vardı ama bu kadar yoğun değildi. Tam tamına yedi gündür doğru düzgün uyumamış, yememiş, bir kere bile gülmemiştim. Başımı yastığa koyduğum zaman ağlamamıştım bir de. Sadece başım ağrıyordu. Sürekli ağrıyordu. Eğer ağrı kesici içmezsem başıma balyozla vuruyorlar, içeride yaşam süren bir şehir yıkılıyordu. Her darbede bir çok insan ölüyordu ve maalesef o şehir bir türlü tamamen yıkılıp insanların tamamı ölmüyordu. Darbe gelmediği o iki, üç saniyelik sürede tüm şehir eski haline dönüyor, tekrar balyoz geliyordu.

"Balım hanım," diye seslendi devasa odanın kapısından bir haftadır bana hizmet eden genç kadın.

"Aç değilim," diye mırıldandım. Ama o dinlemeden içeriye girdi. İlk kez iznim olmadan içeriye girince başımı yavaşça ona doğru çevirdim. Bakışlarım neden geldiğini sorguladığı için mahcup bir ifadeyle kahvaltı hazırladığı tepsiyi getirdi.

"Balım hanım," dedi o mahcup haliyle. Bomboş bakışlarımı yatağın ucunda duran krem rengi koltuğun üzerine oturmuş, en fazla kırklı yaşlarda olan sarı saçlı, açık kahve gözlü kadına çevirdim.

"İstemiyorum." Sesimin çıkışı içten değil, ağızdandı. Aslında açtım, hatta karnım gurulduyordu ama canım yemek istemiyordu.

"Bak kızım ben senin annen yaşında kadınım," dedi birden içten bir sesle, "Senden biraz küçük kızım var ve bu işe mecburum."

"Bir zorbanın yanında çalışmaya mecbursun?" dedim düz düz, "Anlıyorum seni."

"Kızım lösemi hastası ve tedavisi çok pahalı maalesef. Bu yüzden çalıştığım adam zorba bile olsa en azından namusumu koruyorum." Kızı hasta olduğu için mecburdu, bu geçerli bir sebep olabilirdi ama ben neden burada olduğumu ve bu adamı dinlediğimi bilmiyordum. "Aynı zamanda seni de koruyorum burada ama lütfen yapma. Biraz bir şeyler ye. Mutlaka seni alacaktır ailen. Senin için," derken kalkıp kapıyı kontrol etti, hemen ardından yanıma gelip oturdu.

Gözlerinde gördüğüm o samimiyeti başka zaman, konum ve mekanda olsaydık seve seve kucaklardım ama artık öyle bitik haldeydim ki, Sevda hanımın samimiyetine bile güvenemiyordum.

"O adamın telefon konuşmalarını dinledim," işte bu işe yarar bir şey olabilirdi, "birisiyle bir anlaşma peşinde. Tahir mi ne dedi telefondaki adama, tehditler savurdu," kadın resmen fısıldıyordu, ben bile zor duyuyordum sesini, "Bir anlaşmadan bahsediyordu. Eğer adam kabul ederse seni salacakmış, öyle dedi ama karşı taraf kabul etmedi sanırım. Telefonu fırlatıp attı Sefer bey."

Adam OlWhere stories live. Discover now