Hayatıma Daha Fazla Mavi Lazım ...

598 22 0
                                    


      Cumartesi gecesini pazara bağlayan gece yatağımda yine yalnız başıma uzanırken, zaten sabah erkenden doğacak olan güneşin, havayı uyumak için fazlaca sıcak bir hale getireceğini bildiğimden, ertesi sabah için alarm kurmaya gerek duymuyorum.
     
      Ve tamda tahmin ettiğim gibi saat, 07.32’yi gösterirken, belki kuş sesleriyle değil ama hiç bir saat zırıltısına gerek kalmadan, kendiliğimden açıyorum gözlerimi ve bedenimi yakan yataktan, çokta fazla oyalanmadan çıkıyorum. Kahve makinamı, ben duştayken kahvemi hazırlayabilsin diye çalışır hale getirip, banyonun yolunu tutuyorum.

    Aldığım bu serin duş dün gecenin bütün sıcaklığını söküp alıyor vücudumdan; sıcaktan pelte kıvamına gelmiş kaslarım toparlanıp, kendilerine geliyorlar.

      Duştan yeni çıkmış fresh halimi aynada izlemeye doyamıyorum, bu aralar kendimi biraz daha fazla beğenmeye başladım sanırım. Sebebini anlayamadığım bir özgüven artışı söz konusu son günlerde. Bu özgüvenin sebep olduğu bir enerjiyle insanları yakıp kavurmaya and içmiş, böylesine sıcak bir havada anlamsız olduğunun farkında olsam da hafif bir makyaj yapmaya karar veriyorum.

        Makyajın renklendirdiği yüzüme son bir bakış attıktan sonra aynanın önünden ayrılıp, bugün giyecek şık bir şeyler bulabilmek umuduyla dolabımın önünde dikilerken buluyorum kendimi. Zaten hiçbir zaman çok kolay bulmağım kıyafet seçimi, insanın kendi derisinin bile  rahatsız edici olduğu bu sıcak havalarda daha da çekilmez bir hal alıyor. Kolaya kaçıp yaz günlerinin vazgeçilmezi, bir kurtarıcısı olan ince kumaşlı bir elbise giymek için ikna ediyorum kendimi. Dolabın içinde sıranın kendisine gelmesini bekleyen sınırlı sayıdaki elbiselerin içinden
üniversite yıllarımdan kalma, şimdilerde onca siyah, gri ve beyazın arasında dolabımın en renkli sakinlerinden biri haline gelmiş, uçuk mavi bir elbiseye gidiyor elim. Sahip olduğum üçüncü maviyi de geçirince üstüme tamamım artık.

    Tüm kendimi begenmişliğimle çıkarken odadan mavi bilekliğin eksikliğini fark ediyorum. Bilekliği nerede bıraktığımı hatırlayabilmek için bütün bir sabahını gözden geçirmemin ardından, bilekliği duşa girmeden önce çıkarıp, yatığımın başucundaki komodine bıraktığım geliyor aklıma. Odaya dönüp, son eksikliğimi de tamamladıktan sonra evden çıkmaya hazırım ama önce hazırladığım kahvenin davetkar kokusuna karşı koyamayıp, mutfakta küçük bir mola veriyorum kendime, hayatın bütün karmaşasına karışmadan hemen önce.

       Kahvemi keyifle yudumladıktan sonra, gönül ister ki arabama atlayıp gideyim ama ne bir arabam ne de araba alacak bir miktar param olmadığı için mecburen, sıcakla birleşince iyice çekilmez hale gelen toplu taşımayla gitmek zorunda kalıyorum. Neyse ki pazarın bu saatinde benim gibi işe gidecek kadar delirmiş insan sayısı çokta fazla olmadığından  trafik derdim olmuyor hiç olmazsa.

                              ***

     Ofise vardığımda yine güvenlik karşılıyor beni, yüzünde anlam veremediğim munzur bir gülüş beliriyor bana günaydın derken. Bu adamda iyice garipleşti valla korkmaya başladım diye geçirerek içimden, asansöre doğru yürüyorum.

     Demir Bey’in açık duran kapısını görünce güvenliğin suratındaki garip gülüşün sırrı da çözülüyor. Çok şükür sapık falan değilmiş sadece Demir Bey’le gizlice buluştuğumuzu düşündüğü ve yapacak yeni dedikodu bulduğu için mutluymuş (Allahım nelere şükreder hale geldim ya).

Etrafta saklanacak kimsem olmadığı için odasına gidip kapısını tıklatıyorum.

‘’Günaydın’’

‘’Günaydın Hayal, bugün  geç kaldın gelmeyeceksin diye korktum valla.’’ Bu sözü sinirlendiriyor beni, işe bile gelmek zorunda olmadığım bu günde işe nasıl geç kalmış olabilirim ki?

‘’Bugün Pazar farkındaysanız nasıl geç kalmış olabilirim ki?’’

‘’Sinirlenme hemen onun için demiyorum. Otursana şuraya konuşacaklarım var seninle.’’

Demir'in tüm bu sakinliği yüzünden daha da aşırı görünen tepkimden utanıp geri adım atıyor; ‘’Yine hızlı parladım di mi? ‘’ diyorum gülümseyerek.

Kafasını sallıyor.

‘’Her neyse bu hafta pek konuşamadık, dedikoduları duymuşsundur herhalde geçen haftasonu hakkında olanlar hani? ’’

‘’Yani duydum tabi bir şeyler.’’diye yanıtlıyorum onu ancak bir yandan da merak ediyorum;  bu adamın kullağına nasıl gelmiş olabilir bu dedikodular? Hadi bana Funda gelip sordu da, hangi sabah kahvaltısında yüreği fazla kaçırmış arkadaş gidip patronuna, Hayal’le aranızda bir şey var mı diye sormuş olabilir ki?

‘’O yüzden gelemedim yanına pek, rahatsız olma diye.’’

‘’Anlıyorum ben de gelip bir şey diyemedim o yüzden.’’

İkimizinde aklından  "peki gerçektende var mı böyle bir şey?" diye geçiyor olsa da, bu soru kısa süreli bir sessizlik olarak yansıyor gerçek dünyaya. Üzerine etiket konulan her şeyin bir son kullanma tarihi olduğunu düşünen benim için bu sessizlik keyif verici. Çünkü biliyorum, insanlar birbirini sahiplenmeye, birbirlerinin hayatında hak iddia etmeye başlayınca tadı kaçıyor her şeyin, insanlar da ilişkiler de bozuluyor, bayatlıyor.

Havada asılı kalan sessizliğin bir süre daha dağılmayacağı kanaatine vardığımdan izin isteyip çıkıyorum odasından.

‘’Neyse ben kalkayım o zaman yapılacak işlerim var.’’

‘’Tabi, Bu arada maviyi neden sevdiğini anladım. İnsan kendisine bu kadar yakışan bir rengi nasıl sevmez? Bence daha fazla mavi katmalısın hayatına diyor.’’ Masmavi gözlerini kırparken bana.

‘’Bence de ‘’ diyorum odasından çıkarken.

Masama gelince hızlanan kalbimin yavaşlaması için zaman tanıyorum kendime ve soluklarım eski düzenine dönünce çalışmaya başlıyorum. Çalışırken zaman akıp gidiyor yine. Kapıda beni izlerken farkettiğim Demir olmasa, aklıma bile gelmeyecek saate bakmak.

‘’Ee pazar pazar yetmez mi bu kadar çalışmak? Saat 7 olmuş baksana.’’

Ellerimle tutulan boynumu ovarken cevap veriyorum ona.

‘’Haklısın valla.’’ Daha sabah  sizli bizliyken birdenbire senli benliye dönüşüyor konuşmam, Demir’de fark ediyor bunu ama hiç bir şey söylemiyor. Başbaşayken sorun yok ama başkalırının yanında bu samimiyet can sıkıcı söylentilere yol açabilir dikkatli olamam gerektiğini hatırlatıyorum kendi kendime.

‘’O kadar çalıştın sana en azından bir yemekle teşekkür edeyim değil mi?’’
(Söylemem gerek yok kabul ediyorum bu teklifi tabi ki.)

                                ***
        Bu yemekte öğreniyorum liseden beri birlikte olduğu  sevgilisiyle, daha üniversite de okurken evlendiklerini; sevgilisini,  kendisiyle birlikte dilini, yolunu bilmediği yerlere nasıl sürüklediğini.
"Basit yaşamayı isteyen bir kadındı." diye tanımlıyor onu önce, konuşmasına bir kaç yudumlu bir ara verdikten sonra devam ediyor;
  "... bense hep büyük düşündüm, onun küçük tutmaya çalıştığı her şeyi büyüttüm de büyüttüm. İzmir’den İstanbul’a bile gitmeyi istemeyen bir kadını peşimden taa Amerika’ya kadar sürükledim. Evli,mutlu, çocuklu hayallerini hep ertellettim ona çocuğa ayıracak zamanım olmadığını söyleyerek, hep küçümsedim hayallerimi küçük olan benmişim meğer. Sevmiş beni yine de demek ki, onca yıl dayandı bana ama her şeyin bir sonu var ne kadar fazla vazgeçebilirsinki birisi için? Öylece bitti o hikaye; o İzmir’e döndü, onun ardından ben İstanbul’a"

Bu kadını hiç tanımıyorum, Demir ise onun adını bile söylemiyor ondan bahsederken  eski eşim diyor sadece onun için ... Ancak; ben seviyorum hiç tanışmadığım, adını bile bilmediğim bu kadını  sevebiliyor, anlayabiliyorum her nasılsa.  Bizim düştüğümüz hataya düşmemiş, bizim peşine düştüğümüz şahşahanın peşinde değil; Amerika’ya kadar sürüklemiş onu kaderi, ona çok başarılı bir eş, refahı yüksek bir hayat sunmuş kaderi ama o yine de basit hayallerinden vazgeçmeyip, dönmüş olmak istediği yere. Biz ne yapıyoruz burada? Büyük, kocaman hayatlarımızın içinde kaybolup gitmekten başka, samanlığın içine düşmüş birer iğne gibi kaybolup gidiyoruz sadece üzerimize hiçte oturmayan bu hayatlarımızın içinde.

Bir Hayal'in Peşinde (Tamamlandı) Where stories live. Discover now