24. Bölüm

17.1K 1.4K 309
                                    

Sağıma soluma bakındım, Mia'dan başka gölge görmeyi umdum ama hiç kimse yoktu. Bir kişi bile. Gözlerim kocaman açıldı, dışarıya koştum.

Babam arabanın önünde, kendi açtığı kapıyı kapatmış bekliyordu. Aramızda iki adım kala kollarını açtı. Göğsüne kendimi attım, saçlarımın arkasında elini hissettiğimde gözlerimi yumdum.

Ona sarılırken Mia'nın ve Jenn'in evin kapısının önünde sırıttığından emindim. "Neden? Nasıl tek başına gelirsin?" Babam asla ama asla kaleden çıkmamalıydı. Axxon Lee'nin ölümü tüm dünyayı sarsardı çünkü kale ağır bir hasar alırdı. O, kendisini kulübesine kapatmıştı. Kör olduğundan beri dünyayı oturduğu yerden bile görebileceğini, hatta bunun bir lütuf olduğunu söylerdi. Onun dışarı son çıkışı Eagle'a gittiğimiz gündü, ondan öncesi ise neredeyse hatırlanmıyordu. O Eagle'a gidecek diye kalenin hepsini dışarı çıkarmıştım. Yollar ve hatta hava bile kontrolümüz altındaydı. Kuşların uçması bile yasaktı.

Ve şimdi buradaydı.

Tek başına.

Gülümsediğini fark ettim. "İzin almam gerektiğini bilmiyorum." dedi muzip bir sesle. Kollarımı ondan ayırdım, suratına baktım. Parmaklarını çenemin altına koydu. "Kızımı görmek için koca bir kaleye ihtiyacım yok."

"Baba..."

"Çıkıp geldiğim için kendini suçlayacağını biliyorum Jane. Telefonlarımı açmadığın için geldiğimi sanıyorsun fakat işin aslı, gerçekten seni bu kasabada görmek istememdi." Yalan söyledi ama fark edeceğimi bile bile. Omzumun üstünden arkama baktım ve Jenn'in tırnaklarını yediğini gördüm. Babam yine gülümsedi. "Tabii Jennifer da odandan çıkmadığını ağzından kaçırdı ve işleri hızlandırdı."

"Buna inanamıyorum. Seth ve Riley de burada değil. En azınlar onlarla çıkmalıydın."

"Kendimi koruyamayacak kadar yaşlanmadım."

İçindeki ruh hepimizden gençti.

Elini omzuma koydu, başını dik tutup derin bir nefes çekti. "Tertemiz bir hava. Koskoca bir bahçe. Seth, iyi iş çıkarmış." dedi yaşadığım evi sevdiğini belirterek.

Kıkırdamadan edemedim. "Öyle oldu." Onu kolundan tutup kaleye götürmek istiyordum lakin onu gördüğüm için öyle rahatlamış ve sevinmiş hissediyordum ki hiçbir şey yapamadım. Gülümsemem günler sonra sahici bir şekilde geri geldi, hatta tenimin rengi bile onu gördüğüm an normale döndü.

Babam beni bırakıp Jenn ile bahçenin köşelerine koyduğumuz korkuluklara döndü. Onunla bıçak fırlattığımız oyunları hatırlamış olmalıydı. Görmüyor olabilirdi lakin aklında bahçe tam olarak canlanmıştı. O bahçemize bakarken ben de onu izledim.

Saçlarını farklı toplamıştı. Genellikle uzun beyaz saçlarını aşağıdan ben örerdim ama bu kez tepesinden atkuyruğuydu. Gözlerini bağladığı siyah kuşak sırtına doğru sarkıyordu. Üzerinde kalede de giydiği upuzun kimono vardı. Ellerini kaldırıp birbirine doladığında parmaklarına kadar kimono onu kapatıyordu. Kimonosunu saran kuşak, gözlerindeki kumaşla aynıydı, sadece daha kalındı. Babam etrafı incelerken farklılık gözüme çarptı. Dışarıdan bakıldığında belli olmuyor, kimono örtüyordu lakin dışarı çıktığı için beline eski katanasını yerleştirmişti.

"Aç mısın? Kahve veya çay da yapabilirim. Çay koleksiyonum seninkisi kadar renkli değil ama..."

"Sen ne içmek istiyorsan ondan Jane." dedi, tekrar omzumu tuttu.

Dudağımı ağrıtacak bir şekilde gülümseyerek döndüm. Onunla eve yürüdüm. Verandanın merdivenlerini çıkarken Mia ve Jenn kapının iki tarafındaydı. Jenn, daha fazla dayanamadı ve babam beni bırakınca kendisini onun önüne atıp sarıldı. Buna pek rastlamazdım. Babamı kendi babası gibi görse de içten içe her zaman çekinceleri olurdu.

GölgeWhere stories live. Discover now