27. Bölüm

17.3K 1.5K 463
                                    

Güneş ne kadar parlak olursa olsun, etrafım her zaman karanlıkla kaplıydı. Sahil evinin salonu tamamen camla kaplı olsa da güneş içeriyi sanki ısıtmıyordu. Veya ruhum bu güneşi hissetmeyi reddediyor, kasvetli ve yağmurlu bir hava arıyordu. Bu soğukluğun dışarıdaki dondurucu fırtınayla alakası yoktu. Yabancı bir soğukluk, hava...

Günler öncesinde bileklerime kadar bembeyaz kara batacağımı biliyordum ve tahminlerim tutmuştu. Çevrem pamukla örtülüydü lakin tadını çıkarmak için hiçbir şey yapmamıştım. Halbuki tek yapmam gereken şey kapıdan dışarıya bir adım atmaktı.

Bata çıka yürümeyi severdim ama zevk aldığım her şeyi kendime yasaklamıştım. Ancak rüzgar camları yerinden sökecek gibi çıldırdığında kapıdan çıkıyor, tenimi donduruyor ve yaşadığımı kendime hatırlatıyordum.

Altı aydır bu şekildeydi.

Kendime ceza evi seçtiğim bu muhteşem sahil evinde gerçekten gülümsememiştim, tat almamıştım. Belki de tek arkadaşım haftada bir buzdolabını doldurmak veya gerekli malzemeleri getirmek için uğrayan adam olduğu içindi. Yedi gün boyunca konuşmayıp kendimi ona saklıyordum.

"Günaydın, Bayan Lee."

"Hoş geldin Arnold."

"Başka bir ihtiyacınız var mı?"

"Hayır, teşekkür ederim."

Ve bu kadardı. Her hafta aynı kelimeler...

Zindanım balayına çıkan bir çift için nimet sayılabilirdi ama ben başka türlüsünü göremiyordum. Okyanus ayaklarımın altındaydı, arkamda ise aklı başında hiçbir insanın adım atmayacağı kadar büyük bir orman vardı. Okyanus kenarından saatlerce yürüsem bile kuş harici hiçbir canlıyla karşılaşamazdım çünkü uzaklaşmayı seçmiştim. Tamamen medeniyetten kaçmıştım.

Camlarla kaplı, önünde iskelesi bile olan bu sahil evinin sadece bir odası vardı. Açık ve mütevazı bir mutfak, dev bir salon... Mobilyalar yepyeniydi çünkü eve adım atan ilk kişi bendim. Raphael, benim için seçmişti. İzlemekten sıkılmayacağım bir okyanusum olsun diye.

Aylardır kapalı olan televizyonun önüne oturmuştum. Salondaki üçlü koltuğun köşesini oturmaktan eskitmiştim. Önümdeki sehpaya doğru eğilmiş, elimdeki hançeri sürekli aynı yere saplıyordum. Hançeri kaldırıp sehpada açılan deliklerden birisine tekrar batırdım, tekrar çıkardım. Kullanılamaz duruma gelen ahşap sehpa her güne ait delikleri üzerinde taşıyordu.

Hançerim... Babam fark etmiş miydi?

Raphael beni kalenin sınırından çıkardıktan sonra eve geri götürmemişti. Babama eşyalarımı daha sonra ulaştıracağımı söylemiştim ve sözümü tamamen olmasa da tutmuştum. Mia'yı tek kullanımlık telefondan aramıştım. Evime gittiğinde ona gizli her bölmeyi tarif etmiş ve silahlardan kıyafetlere kadar ne varsa hepsini aldırtmıştım. Sürgün edilmemin üstünden haftalar geçtikten sonra Mia hançerimi almaya gitmişti. Raphael'e hançerimden asla vazgeçmeyeceğimi söylemiştim.

O da bir çaresine bakacağını üzerine basa basa tekrar etmişti.

Annemin hatırasının bir kopyası birkaç gün sonra elimizdeydi. Elime aldığım ilk an yabancılığını hissetmiştim ama benden başka kimse bunu kolay kolay anlamazdı çünkü hançerimi benden iyi bilemezlerdi. Ancak babam fark edebilirdi, onun da incelememesini umuyordum. Lakin hala ses seda çıkmamıştı, peşimden ana takım gelmemişti. Babam ya hançere hiç dokunmamıştı ya da anlamış ve görmezden gelmişti.

Buraya yerleşmeden önce en son o gün Mia ile bir kere konuşmuştum. Ve hemen ardından Jenn'i aramıştım. Telefonu açtığı an ağlamaya başlamış ve nerede olduğumu sormuştu. Ben Raphael gibi aranan bir gölge değildim ama kendimi çok daha beter hissediyordum. Bu yüzden altı aydır herkesten kaçıyor, onu da asla arayamıyordum.

GölgeWhere stories live. Discover now