Bölüm31-Sıcak Çikolata

5.2K 306 48
                                    

Sessizce Brandon’ın yanından kalkarak çatı katına çıkmıştım. Gün kavramını tamamen yitirmiştim. Geçen her dakika, saniye, salise benim için çok önemliydi ancak hiçbir şey yapamadığım için zaman aleyhime işliyordu. Gün geçtikçe içimdeki korku ve tedirginlik artıyordu. Aynı şekilde cesaretim de büyüyordu. Bu iki duygu içimi kemirip bitiriyor, aklımı karıştırıyor ve hastalıklı hissetmeme neden oluyordu. Düşünmekten ve bir şey yapamamaktan delirme seviyesine gelebilirdim. Belki de şuanda en mantıklı şeyde oydu. Delirmek.

Akuamarin taşının ikinci parçasını bulup, ilki ile birleştirdiğimizden beri yanımdan ayırmıyordum. Her yalnız kaldığımda onu çıkarıp elimde çeviriyor, inceliyor, içinden gelen sesleri dinlemeye çalışıyordum. Çatı katının küçük penceresinden dışarı baktım. Gecenin garip karanlığı etrafa hâkimdi. Karanlığın bir tek geceye yakıştığını düşündüm.

Uçan irili ufaklı yarasaları ayırt edebiliyordum. Karşıdaki ağaçta durmuş baykuşu da görebiliyordum. Her gece oradaydı. Gündüz nereye gittiği hakkında bir fikrim yoktu. Son bir buçuk haftadır sürekli orada durduğunu fark etmiştim. Her gece aynı ağaca geliyor, aynı dala konuyor ve etrafına bakınıyordu. Sanki etrafa göz kulak oluyormuş gibi, Athena varlığının yanımda olduğunu böyle ifade ediyor olmalıydı. Göremeyeceğini ve algılayamayacağını bildiğim halde ona el salladım.

Bakışlarımı tekrar elimdeki Akuamarin taşına çevirdim. Çok güzel parlıyordu. İhtişamlıydı, göz alıcı ve muhteşemdi. Anlamadığım bu taşın amacı neydi? Bu taşları bulduğuma göre bana bir şey anlatılmak isteniyordu. İçindeki şeyleri çok merak ediyordum. Üçüncü parçayı bulduğumda neler olacağını daha çok merak ediyordum. Alice günden güne daha çok ve çabuk gelişiyordu. Tristan gerçekten de ona yardımcı oluyordu. Alice’in taşları bu kadar çabuk birleştirebileceğini tahmin etmemiştim. Üstüne üstlük Yannis’te beni çok şaşırtıyordu. Minik yaramazım –ki artık minik dememe kızıyor- çok şey biliyor ve neredeyse Tim ve Cami gibi araştırmalar yapıyordu.

Bu taşın sırrını çözmeyi çok istiyordum.

Taş elimin içinde ısınınca kaşlarımı çatarak dikkatlice taşa baktım. İçindeki şeyler hareketlenmişti. Sanki onlar benim bu sırrı çözmemi benden daha çok istiyorlardı. Haklıydılar. İçindekiler her neyse kurtulmak istiyorlardı. Ve benim karşıma çıktıklarına göre onları ben kurtaracaktım. Peki, ama nasıl?

Taşı özenlice hırkamın cebine yerleştirdim. Boynumda büyükbabam William’ın büyük yüzüğünü çıkardım. Yüzüğün üzerindeki siyah oniks taşındaki siyah yansımama baktım. Çözülmesi gereken sırlardan biri de buydu. Bu yüzük büyükbabama nasıl ulaşmıştı. Pekâlâ, evet koruyucu yüzüğüydü ancak bu çok güçlü bir yüzüktü. Saklanması zor olmalıydı. Başparmağımla oniks taşının üzerinde daireler çizdim. Bu yüzüğü nasıl kullanmam gerektiğini bir şekilde bulmalıydım. Beni madalyonuma bu yüzük götürecekti. 

Merdivenlerden gelen sesler ile karanlık odanın içine baktım. Sadece dışarıdan gelen ay ışığı odanın içini hafif aydınlatıyordu. Uzun, yapılı ve baştan aşağıya siyah olan bir siluet bana doğru yavaş adımlarla geliyordu. Onun kim olduğunu biliyordum. Gülümseyerek ona baktım.

“Siyah adam,” dedim. Sesimdeki muzipliği fark edince kısa bir kahkaha attı.

“Bunu demeni seviyorum küçüğüm.”  Diyerek yanıma geldi. Bağdaş kurarak yanıma oturdu.

Elini uzatarak kolyemin ucundaki yüzüğü tuttu ve inceledi. Lapis lazuli gözlerindeki parlamayı görmüştüm. Yüzüğün gücünü hissediyordu. Onu parmaklarının arasında çevirdi ve usulca bıraktı.

“Düşünmek için güzel bir ortam.” Başımla onu onaylayarak yara izine baktım.

“Neden uyanıksın, dinleniyor olman gerek.”

The Vision (Görüş)Where stories live. Discover now