Bölüm * 26 *

21.3K 1.7K 179
                                    




       

Sabah namazından sonra önce kahvaltılık bir şeyler hazırladım. Gün ışırken kahvaltı masasında Hamza ile geçirdiğimiz sıcak dakikalar bana baharın geldiğini hatırlatıyordu en ılık hali ile. Kahvaltıdan sonra mutfağı toparlayıp pasta börek yapmaya giriştim. Hamza uğraşmamı istemese de hoşuma gidiyordu bir şeyler yapmak. Ona göre piknikte mangaldaki etler ve yanına güzel bir salata yeterliydi karın doyurmaya, böyle fuzuli pasta böreğe gerek yoktu. Olsun çocuklar mangal yanana kadar kıyıntı yapıyorlar bunları. Sonra çayla da kek güzel gidiyor. Oluyor yani bir şekilde yeniliyor nimet boşta kalmıyor. Hem eli boş gitmek gelmiyordu içimden. Gelinlik yapacaktım illa.

Öğlen olmadan mutfaktan çıktığımda Hamza'nın kanepede şekerleme yapan yorgun ama her zamanki kadar heybetli bedeni ile karşılaştım. Televizyon izlerken uyumuş yine kınalım. Uyurken kaşlarını çatmıştı. Kim bilir ne görüyordu şuan rüyasında? Sarı saçlarında nazlı bir gelin gibi salınan kızıl perçemi taze kına kokusunu emanet etmişti yine odanın bütün duvarlarına. Olduğum yerde durmuş kocamın uyku halindeki kusursuz siluetini izliyordum arsız bir sevgili gibi. Huysuzca kıpırdanıp uyurken başını oynatmaya başladı. Böyle zamanlarda korkmaya başlıyordum. Yine kriz geçirecek diye bir telaş geliyor kalbime. Son krizinden bu yana epeyce zaman geçti, hamdolsun. Ama yine de tedirgin oluyor insan her an gelebilecek o kötü misafire karşı. Derin bir nefes alıp kocamın bedenine doğru bir adım atmıştım ki kapı çaldı. Çocuklar gelmişti. Hazırlanıp çıkmamızı haber veriyorlardı. Hamza'yı uyandırmadan mutfağa girip pişirdiklerimi saklama kaplarına yerleştirdim. Gerisini zaten Gülsüm anne ile Hatice abla hallederdi. Tabak, çatal ya da salata malzemesi onların ihtisas alanı sayılırdı sonuçta. Gelinlik de bir yere kadardı.

Sonra içeri geçip usulca kocamın yanağına dayadım dudaklarımı. Ama yine gafil avlanan ben oldum tabi ki. Hamza beni güçlü kolları ile havaya kaldırıp ne ara olduğunu anlamadığım kısa bir sürede kanepeyle kendi bedeninin arasına sıkıştırmıştı. Şimdi bedeninin baskısını tüm vücudum ile hissederken yakıcı bakışlarının da sıcaklığını yüzümde gezdirdiğini ürperen tüylerimden anlıyordum. Ilık nefesini yüzüme fütursuzca gönderirken beynimin sinyallerini nasıl karıştırdığından habersiz belki de bunu bilinçli bir şekilde yaparak " Sana söylemiştim karıcığım, kocana böyle sessizce yaklaşmaman gerektiğini..." dedi. Sesi kısık ve tahrik ediciydi. Gözlerindeki bakış tüm fesatlığıma inat inkâr etmek isteğim düşünceleri yüklüyordu nöronlarıma.

" Şey..." dedim ama sesim çatallı ve kısık çıkmıştı. Nefes bile alamıyordum o anlarda konuşmak ne haddime! " Annenler çıkıyoruz diye haber yolladı da..." dedim bu sefer suçlu gibi mırıldarken. Kalbimin Hamza'nın bedenine çarpa çarpa attığına emindim. Onun bunu hissettiğine ise hiç şüphem yoktu.

Hamza Munzur bir tebessümü yerleştirdi dudaklarına. Bu en şuh haliydi kocamın. Alnıma ılık öpücüklerinden bir tanesini bıraktı yumuşakça. " Tamam, çıkalım o zaman." Dedi kanepeden doğrulurken. İçimde ucuz atlattığıma dair şüpheler olsa da yine de bulunduğum durumdan da pek şikâyetçi olmadığımı itiraf etmeliyim. Gitmesek miydi acaba pikniğe?

İsteksizce iyice alıştığım yerimden doğrulup kırışan kıyafetimi düzeltmek için elimle çırpmaya başladım. Göster ama elletme deyimi böyle zamanlar için kullanışmış olmalıydı, kesin! Hamza üzerine ince bir ceket geçirip hazırladığım çantaları da alıp aşağıya indi. Ben de üzerime uzun bir hırka aldım her ihtimale karşı ve kocamın arkasından merdivenlerden inmeye başladım. Ne güzel evli bir çifttik biz öyle...

Hatice ablalar ve biz iki araba ile gidiyorduk mesire alanına. İstanbul'da öyle piknik yapacak yerler çok da yakın olmuyordu ne yazık ki. Biraz da uzaklaşmak istiyordu sanırım bizimkiler. Çünkü insan Sapanca'ya kadar da gitmez yani durduk yere, bir piknik için de değmez bence. Ama bu aile müsrif bizimkiler gibi tutumlu olsa balkonda yapardı mangalı tabi. Sapanca gölüne nazır ağaçlıklı bir alana serdik tezgâhımızı. Çocuklar çok mutluydu. Yakındaki bir alanda bir salıncak, bir kaydırak ve bir tahterevalliden oluşan küçük bir çocuk parkı vardı. Hemen oraya attılar kendilerini. Biz kadınlar tabak çanağı çıkartırken Osman baba ile Suat enişte mangalla ilgilenirken Hamza da iki ağaç arasına hamak kuruyordu.

İlkokulda işlediğimiz hayat bilgisi dersi kitabındaki fotoğrafta gördüğüm o neşeli aile tablosundan farkımız yoktu belki de. Keyfimiz yerindeydi. Vakit öğleni geçmiş güneş ısısını dünyadan esirgemeden gökyüzünde salınmaya başlamıştı iyice. Yeşillik ayrı bir moral deposu, önümüzdeki mavi ve duru su ayrı bir huzur görüntüsü oluşturuyordu kendince. Mutluydum. Nasıl mutlu olunur bilmiyordum bugüne kadar. Hep buruk bir yanım olmuştu en keyifli anlarımda bile. Yine tanımlayamadığım, adını koyamadığım bir sızı vardı içimde. Ama yine de şükretmek için çok sebebim olduğunun bilincindeydim.

Mangal yanıp da salata hazır olana kadar midemiz guruldamaya başlamıştı. Arada teker teker ayrılıp yakınlardaki mescitte namazlarımızı kıldıktan sonra hazır olan yiyecekleri sofraya dizip afiyetle yumulduk. Yemeğin lezzetini bulunduğu ortamdan ve beraber yediğiniz insanlardan aldığına kanaat getirmiştim sonunda. Çünkü ben hayatımda bu kadar güzel bir piknik yaptığımı hatırlamıyordum o güne kadar. Çok mu nankörlük yapıyorum bilmiyorum ama o günün açık ara önde olduğu karşı koyamayacağım bir gerçekti.

Yemekler bitip sofra toplandıktan sonra semaverde demlenmiş çaylarımızı elimize aldık. Hamza biraz yürümeyi teklif edince çocukların parkı gördüğü andaki o sevinç çöreklendi yüreğime. Romantik bir yürüyüş yapacaktık kocamla. Abant'taki kar maceramızdan sonra ilk defa baharda yeşillenmiş çiçeklerin, tomurcuktan dalları sarkan ağaçların eşliğinde mavi bir manzaraya nazır patika yolda ağır adımlarla ilerlemeye başladık.

" Sen bana bir şey diyecektin dün akşam?" dedim kocamın düşünceli halini görünce. O ana kadar unutmuştum bu konuyu belki ama Hamza'nın söylemek için kıvrandığı bir mesele olduğunu anlamıştım sonunda.

Hamza derin bir nefes aldı ciğerlerine. Nasıl başlayacağını bilmiyor muydu acaba? Bu hali beni meraklandırıyor hatta biraz da endişelendiriyordu. Elini alnına götürüp hafifçe ovaladıktan sonra önüme geçip beni durdurdu. Yüzüme bakarak " Doktorum artık çok daha iyi olduğumu ve göreve dönebileceğimi söyledi son seansta. Fakat son bir defa ikimizle beraber görüşmek istiyor."

" Neden?" dedim kaşlarımı çatarak. Hamza'nın göreve gideceği gerçeğini son ana kadar yok saymak niyetindeydim şimdilik. Neden doktor benimle görüşmek istiyordu madem kocam iyileştiyse?

" Aslında resmi bir prosedür gibi. Yani sanırım. Tam olarak bilmiyorum ben de." Dedi Hamza gözlerini benden kaçırırken.

Bu işten hoşlanmamıştım. Hamza'nın gideceği düşüncesi yüreğime buz gibi oturmuştu. Bir de doktorla neden görüşecektim ki? Kocan ölüme gidecek ne hissediyorsun şimdi, diye mi soracaktı bana.

" Sen." Dedim çekingen, kısık bir sesle " Gitmek istiyor musun?" bu soru içinde bin bir türlü ümit barındıran bir soruydu aslında. Gitmesen olmaz mı demenin bir versiyonuydu belki. Ya da gitme diye yalvarmanın çekinik haliydi.

Hamza bir süre yeşille çevrelenmiş patikada suskunca, ağır adımlarla yürüdü. Bir an bana cevap vermeyeceğini düşünmüştüm. Dalıp gitmişti. Belki o da içinde ikileme düşmüştü. Gitmekle kalmak arasında sıkışmıştı. Belki... Küçük bir ihtimal de olsa... Gitmezdi...

Yüzüm önüme düşmüştü. Manzaranın gözümde zerre kadar değeri kalmamıştı şimdi. İçimde karanlık manzaralar hâkimdi şehirlerime. Bulutlar sarmıştı etrafımı. Kınalımın iyi olduğuna mı sevinmeliydim yoksa gidecek olduğuna mı üzülmeliydim acaba?

Hamza birkaç metre sonra ancak açtı ağzını. Konuşurken düşünceli ve dalgındı. " bir yanım yanından ayrılmak istemiyor ama diğer yanım onu ayıplıyor. Bugüne kadar vatanım için mücadele ettim. Bundan gocunmadın, yüksünmedim ve hiç şikâyet etmedim. Benim önceliğim vatanımdı. Yine öyle ama sana olan sevgimi de yok sayamam yağmur damlam." Dedi Hamza. Belli ki o da çelişkideydi. Ya da bana gideceğini uygun bir dille anlatmak için çabalıyordu ama beceremiyordu bir türlü.

" Bir kartalı uçsuz bucaksız semadan alı koyup yerde yaşamaya mahkûm etmek gibi bir kötülük belki de ağır bir ceza olur burada kalmanı istemek." Diye araya girdim. Hamza'nın hislerini anlayabiliyordum. Gitmek istiyordu. O gökyüzünde süzülmeye alışkın bir kartaldı... Şimdi gönlü uçmayı bilmeyen bir serçeye vuruldu diye özgürlüğünden alıkoyamazdım kınalımı. Buna hakkım yoktu çünkü en başından onunla beraberken yaşayacaklarıma olan rızamı teminat vermiştim ben tüm benliğimle. Yine de gözlerim yaşarmıştı işte. Kalbime inceden, tanıdık bir sızı düşmüştü. Yeryüzüne bahar benim gönlümün payına karakış ayazı düşmüştü.

YAĞMUR'UN SESİ Where stories live. Discover now