Bölüm * 43 *

21.2K 1.7K 243
                                    

       

selam kınalı kuzular

bu bölümde biraz daha Hamza'nın duygularına yer vermeye çalıştım. inşaAllah becerebilmişimdir yansıtmayı.. çok içime sinmedi ama idare edin beni bu bölümcük gözlerimle ilgili sıkıntı yaşadığım için bilgisayar ekranına bakamıyorum ..

keyifle okuduğunuz bir bölüm olur umarım...

selam ve dua ile...


**



Bugün Hamza'nın doktor kontrolü var. Sabah erkenden çıktık yola. Hamza, Suat enişte ve ben varız arabada. Aslında beni götürmeye niyeti yoktu kocamın ama üstün ikna kabiliyetim ve ısrar gücüm sayesinde Hatice ablayı arabadan attırıp yerine kurulmuş bulunuyorum. Ek kontenjanla yerleşmiş öğrenci gibi hissediyorum kendimi.

Ankara'ya doğru ilerliyoruz. Manzarayı seyretmek hoşuma gidiyor böyle zamanlarda. Bolu'ya kadar güzel de Bolu'dan sonrası sanki bir başka kurak gezegene geçiş gibi. Sıkıcı devam ediyor sonrası.

Hamza yine arka koltukta yanıma oturmayı tercih etti. Bir de utanmadan başını omzuma yaslayıp uyudu güzelce. İlaçlar ve erken kalkmanın bir de gece geç yatmanın etkileri tabi ki. Ama ben şuan taş gibi duruyorum şahsen arabada. Suat enişte arkaya bakıp ' Oo çifte kumrular...' diye ağzını büze büze alay edecek diye utanıyorum nedense. Hamza'yı birkaç omuz darbesi ile dürtmeye çalışsam da hiç niyeti yoktu etten yastığından ayrılmaya. Kıyamadım da tabi ki. Neyse Suat enişte de bakmayıversin az arkaya. Yola bakıversin biraz ama.

Ankara güzel şehir aslında; nizami mesela... İstanbul gibi karışık değil. Soğuk ve resmi... Deniz de olmayınca çok da can alıcı bir şehir gibi gelmiyor insana. Ama vatanımın kalbi... O yüzden daha bir seviyorum ben Ankara'yı. Gerçi bu ikinci gelişim ve ilki de pek hoş bir nedenden olmamıştı hatırlarsanız ama yine de Ankara işte; her bahtı karanın görmek istediği yüksek yüksek adamların şehri...

İçimde garip bir telaş ve sıkıntı yok değil. Hamza gayet iyi olduğunu iddia etse de doktorların bir tane mermi parçasını çıkarmanın daha zararlı olacağını bahane ederek vücudundan almamaları yüzünden ağrı çektiğini ve şuan bunun nasıl bir sonucu olacağını tam kestiremediğimi söyleyebilirim. Bu beni endişelendiriyor. Tenindeki izler yetmiyormuş gibi bir de bu vatanı müdafaa ederken vücudunun içinde mermi parçası taşıyordu benim kocam. Bütün yaralarından sarılıp bağrıma bastığım adam...

Neyse ki koktuğum gibi olmadı. Doktor uzun tetkiklerden sonra Hamza'nın gayet hızlı iyileştiğini söyledi. Bundan sonrası psikolojik rehabilitasyonla giderilecek sorunlar dedi. Yani terapi günleri geri gelmişti. Buna da şükür, çok şükür! Bin şükür!

Hastanedeki işlerimiz bitince güzel bir restoranda yemek yedik. Sanırım Ankara tavanın tadı damağımdan gitmeyecek bir süre. Tam restorandan çıkarken karşıdaki küçük parkta oynayan çocuklar ilişti gözüme. Neşe içinde cıvıl cıvıl oynayan çocuklardı hepsi. Elim istemsizce karnıma gitti. İçimde bir boşluk, ağlamak için zorlayan anılar ve hevesler sardı dört yanımı. İnsana acısını hatırlatan o kareler vardır ya; işte öyle bir şeydi. Tam kalbimi hedef almış bir ok gibi. Nefessiz kaldım biran. Benim de oğlum yaşasaydı... Diye geçirdim içimden.

Dalgınlığım Hamza'nın omzuma dokunup beni arabaya doğru yönlendirmesi ile son buldu. Gerçek hayata dönmüştüm zorunlu olarak. Ama aklım karmakarışıktı ve duygularım birbirine girmiş gibiydi. Şükür bir yanda, o boşluk hissi öteki tarafta fırsat kolluyordu sanki.

Hamza hüzünle baktı gözlerime. Bir şey söylemedi ama pişmanlığını ve üzüntüsünü seçecek kadar aşinaydım ben o yeşil gözlere. Haresindeki lacivert çizginin koyu bir bulut gibi sarıldığı puslu bakışlara gülümsedim önce. Onu üzmek değildi amacım. Sonra acele ile arabaya geçtim. Aklımdaki düşünceleri def etmek için biraz çaba sarf etmem gerekti. Ama onları da 'Ümit var olun' diyen Rabbimin sözleri ile teselli ettim.

YAĞMUR'UN SESİ Where stories live. Discover now