Bölüm * 37 *

18.4K 1.6K 131
                                    

geldim geldim bakın çabucak geldim

önceki bölümle beraber düşünün siz bunu.

inşaAllah bir aksilik olmazsa pazartesi devamında görüşmek dileği ile...

selam ve dua ile kalın...

seviyorum sizi <3


**


       

Gergin ve çoğunlukla sessiz geçen Ankara yolculuğumuzda ne ben soru soracak haldeydim ne de yanımdaki resmi görevlilerin bana verecek cevabı vardı. Onları da anlamaya çalışıyordum, şu halimde ne kadar başarabiliyorsam artık. Görevleri icabı acı haber veriyorlardı, emir kuluydular, ellerinde olan bir şey yoktu. Ama bunların benim için pek bir ehemmiyeti de yoktu. Zira benim canım yanıyordu ve yanımda her kim olursa olsun ateşime bir nebze su atması için medet umuyordum. Ama onlar, inatla, daha da harlanması için çabalıyordu sanki.

GATA'nın önüne gelip de geniş kapısından içeri girdiğimizde kalbim son hızla atmaya başladı. Yol boyunca tuttuğum gözyaşlarım hastanenin içine girince yanaklarımdan süzülmeye yeltendi arsızca. Benim kınalımın bu soğuk ve steril, ruhsuz ve ölüm kokan yerde ne işi vardı Allah'ım? Bir kâbusun ortasındaydım sanki. Giderek hissizleşiyordum ya da artık algılarım kapanıyordu. Bir tek canımın acısı vardı ve her yer kapkaranlıktı. Burnumun direğini sızlatan o kına kokusu kaybolmuş, çok uzaklara gitmişti. Ben sanki ben, ölüyordum... Ruhum can çekişiyordu, kuruyup gidiyordum. Güneşini kaybetmiş yağmur damlası gibi yalpalıyordum bu soğuk dünyada.

Hastaneye geldiğimizde Hamza'nın ameliyattan henüz çıkmadığını öğrendik. Saatlerdir ameliyathanede yaşam mücadelesi veriyordu kınalım. Dağ gibi heybetli, kaya gibi sağlam kocam saatlerdir bir ameliyathane masasında yatıyordu.

Artık dizlerimde derman kalmamıştı. Ameliyathanenin karşısındaki oturma yerlerinden birine oturdum. Sakince düşünmeye çalışıyordum olanları ama başaramıyordum. Dilimde dualar kalbimde zor tuttuğum imanımın tesellisi vardı. Doğru gelmiyordu hiçbir şey.

Hamza gibi GATA'ya getirilen üst düzey personel olmasa da şehir hastanesinde tedavi olan başka askerler de varmış. Bir tane daha asker olduğunu öğrendim GATA'da. Aynı çarpışmada ağır yaralanan, Adı Ömer'di. Nişanlısı Ayşe yanıma gelip sabır dilemişti ameliyathane kapısında beklerken. O da telaşlı ve endişeliydi.

İçeriden çıkan hemşireler ya da hastane personeli bilgi vermekten çekiniyordu. Ama yüzlerinden okuduğum gerginlik ve endişe bana yetiyordu.

Ben güçlü olacağımı sanıyordum böyle bir durumda. Hani Hamza üzüleceksin dediğinde caka satıyordum sevdiğime; üzülmek bu dünyanın kuralı diye. Hani bir şekilde canımız yanacak zaten, imtihan bu diyordum ya. Öyle olmadı. Elimdeki cüz bile sırılsıklam oldu gözyaşlarımla.

Ne kadar süreyi böyle geçirdiğimi bilmiyorum. Bir gözüm hep ameliyathane kapısındaydı. Sonunda bir sedye içinde görevlilerin ameliyathaneden çıkardığını gördüm sevdiğim adamı. Kâbus gibi ama çok daha acı. Çünkü gerçeğin ta kendisiydi!

Koşup yetişmeye çalıştım kocama. Ama o, sedyede kablolar ve acı sinyallerle öten makinalara bağlı bir halde tepkisiz bir şekilde yatıyordu. Bir dağ yıkılmıştı! Bir dağ yerle bir olmuştu gözümün önünde. Görevliler hızla yoğun bakıma götürdüler Hamza'yı. Ben ardından çıkan doktora doğru yöneldim. Ama orta yaşlı olduğunu sandığım beyaz saçlı doktor yorgun ve bitkin görünüyordu. Beni görünce bir elini kaldırıp " Açıklama yapacağım. Ama biraz dinlenmem lazım." Dedi. Adam yorgundu evet. Ama yanında bir de doktor küstahlığı diye bir şey de vardı. Soru soramazdınız bu saatten sonra. Sanki biz keyfimize burada kurdeşen döküyorduk böyle!

YAĞMUR'UN SESİ Where stories live. Discover now