Bölüm 35, Şehirlerini Kanlarıyla Koruyan Askerler

19.4K 1.8K 1.7K
                                    

Bölüm 35, Şehirlerini Kanlarıyla Koruyan Askerler

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

Bölüm 35, Şehirlerini Kanlarıyla Koruyan Askerler

"Peki Troya Savaşı'ndan sonra ne oldu Mara, bize anlatabilir misin?" Penelop sunağın önünde her zaman oturduğu yerde sırtını dikleştirdi, yaralı yüzünü bana doğru çevirdi. Beni parçalara ayırmak istiyordu, bakışlarından bunu anlayabiliyordum. Her dersin sonunda beni köşeye sıkıştıracak bir şey bulmaya daima çalışırdı.

Bazen bunda başarılı da olurdu. Başını azametle kaldırır, onu tanrıların kutsadığına bizi de inandırmaya çalışırdı.

Bakışlarımı tavana kaldırdım ve yalnızca haftada bir veya bayram günlerinde geldiğimiz ana tapınağın süslü tavanını inceledim.

Apollon'a sunulmamızdan önceki son aya girmiştik ve ben hala yıllar süren eğitime rağmen onların istedikleri gibi biri olamamıştım. Kadehi düzgün kavrayamıyor, ilahilerin sözlerini bir türlü doğru halleriyle hatırlayamıyordum.

Sikeyim onların istediklerini, ben tam olarak da istediğim gibi biriydim.

Helene yan tarafımda kıkırdadı, kendisi Troya'dan kaçarken atalarımızın bindiği gemide kürek çekenlerin ismine kadar her şeyi bildiğinden Penelop'un sorusu karşısında afalladığımı görmek onu tatmin etmişti.

Sıkkınlıkla nefes aldım, sanki bana bir yardımı olacakmış gibi saç örgülerimi çekiştirdim. İnanmadığım tanrılar, bu lanet olası örgülerden kesinlikle nefret ediyordum. Bir gün elime bir hançer alacak ve saçımı kökünden kesecektim.

Rahip rahatsızlığını ona göre kibarca bir şekilde boğazını temizleyerek belli ettiğinde Penelop'a bir yanıt vermem gerektiğine emin oldum. "Kaçtık," dedim dümdüz bir sesle. "Ve buraya geldik."

Naia burnundan pıskırarak güldüğünde ne kadar uygunsuz kaçtığını anında anlayarak elleriyle ağzını kapattı ama yine de ağzından çıkan sese engel olamamıştı.

Gülmemek için yanağımın içini ısırdım.

Penelop'un ince sopasını kıyafetinin içinden çıkarttığını görür görmez oturduğum yerde ellerimi sakladım. Bu gülüşümün kaybolması için yeterliydi. "Hayır," dedim öfkeyle. "Yalan değil, şehrimizi bırakıp kaçmadık mı?"

Penelop sopayı sakince önüne bırakırken gözleri tehlikeli bir beklentiyle ışıldadı. Bu onun kendine has işkence yöntemiydi. "Şehrimizi terk etmek zorunda bırakıldık. Biz onurlu insanlarız Mara, tanrıları yüceltmek ve onlara ibadet etmek dışında hiçbir şey yapmadığımız için bizi zenginlikle kutsadılar. Akhalar ibadetlerimizin karşılığında sahip olduklarımızı kıskandılar, bizim olanı bizden aldılar."

Gözlerimi devirmemek için bu sefer dilimi ısırmak zorunda kaldım. Yıllardır aynı hikayeyi dinlememe rağmen hala kahramanca bir yanını görmekte güçlük çekiyordum. Onurlu olan Troya'yı savunurken ölen Prens Hector'du, şehirlerini kanlarıyla koruyan askerlerdi. Hatta o Paris zavallısı bile onurlu sayılabilirdi. Şehirden kaçan bir avuç korkak olan atalarım ise kesinlikle onurlu insanlar değildi. Kaçmayı tercih eden hiç kimse tarih sahnesinde oturup onurdan bahsedemezdi.

ÖLÜ TANRININ ŞARKISI Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin