41.Bölüm"Vedasız Bir Gidiş"

2.5K 313 36
                                    

MM; Damien Rice - The Box

***

Parla'nın bedeni onu yana yakıla çağıran uykuya nihayetinde kapılmışken güneş en tepelerde yükseliyor, onun sakin nefeslerine şehrin hummalı gürültüsü karışıyordu. Bense içten hâlâ kavruluyorum, onu ikinci kez yerle bir eden bu şey her neyse ondan birkez daha nefret ediyorum ama bunu ona sormuyorum. Hayal kırıklığını ve kederini bakışlarından okurken dudaklarından dökülecek öfkeli sözlere gerek duymuyorum çünkü. Bunun yerine sadece sımsıkı sarılıyorum narin bedenine, dudaklarım sussa da tenine karışan nefeslerim kulağına duymak istediklerini fısıldıyordu, biliyorum. Ve anlıyordu elbette, kabulleniyordu sonunda küçük hikayemin içinde ona söylemek istediğim aciz kelimelerimi. Sonra tıpkı hayal ettiğim gibi bana çikolata kokulu gülümsemeler bahşediyordu, nefes alabileyim, hayat bulabileyim diye.

Yanından usulca kalktığımda dudaklarını süsleyen mırıltıları takip ediyorum bir süre. Kaşları çatılıyor hafiften, derin soluklarına anlamsız didişmeler karışıyor ve adımla süsleniyordu. Çok sürmüyor rüyasında birlikte olduğumuzu anlamam. Onunla keşfettiğim bu aşktan tebessümüm beni ele geçirdiğinde gözlerimi alamadığım yüzüne eğilip küçük bir öpücük bırakıyorum ben de. Parla'yı hiç resmetmemiştim, sadece yazmıştım. O, bunu böyle biliyordu ama onun bedeninde arındıktan, onun tutkusuyla gerçek Rodas'a büründükten sonra onu sadece kendime saklamak istercesine resmetmiştim. Hem de teninin beyazı, saçlarının kahvesi ve dudaklarının kırmızılığıyla. Onu tüm renkleriyle kendime ölümsüz kılmıştım. Hiçbirinden haberi yoktu henüz, içindeki tüm kadınları yakalayabildiğim âna kadar da olmayacaktı. Onu, ona başka türlü anlatamazdım. Sadece zaman, belki biraz daha zaman gerekti bana. Şimdi de hüznünü tutkuyla arındırdığım ve delicesine sahiplendiğim ruhunun en masum yansımasını taşıdığı bedenini bir kez daha kendime ölümsüz kılıyorum yine tüm renkleriyle. Ve kara perdelerimi kapatıp onu yalancı bir karanlıkta uykusuna teslim edip çıkıyorum...

Atölyenin kapısını araladığımda iliklerime kadar vuran sert kahve kokusu bana uykusuz geçen bir geceyi sahneliyordu şüphesiz. Babamın dudaklarından nadiren kaçan bu serzenişli homurtular ve hemen ardından masanın üzerine fırlatılan gözlükleri durumun vehametini gözler önüne seriyordu. İçeriye girmekle hiçbir şey olmamış gibi çıkmak arasından sıkışıp kalmışken "Gel buraya evlat." diyerek beni çağıran babama sanırım çocukluğumdan kalan yakalanmış bir gülümseme gönderiyorum farkında olmadan.

"Hummalı hummalı çalışırken içinden çıkan şu adamı pek sevdiğim söylenemez Andaç Kızılkan." diyorum yanındaki koltuğa oturduğum sıra. Kırmızı kadife bezin içine sakladığı yeni çalışmasını avcunun içine hapsedip yarıya inmiş kahvesini yudumluyor bana aldırmadan. "Göstermemekle kararlısın sanırım." dediğimdeyse ukala bir gülümseme beliriyor dudaklarında. "Ne çalışıyorsun?"

"Çok aşktan bir şey." diyor hiç oralı olmadan.

"Başladın mı yani?"

"Beklediğim taşlar yeni elime ulaştı, dün gece başlayabildim." diyor gayet olağan tavrıyla. Kadife örtüye uzandığım sırada ise çatık kaşlarıyla karşılaşmam uzun sürmüyordu. Yarım kalan hiçbir çalışmasını göstermezdi biliyordum ama bunu ben istemiştim ve görmek hakkımdı. Örtünün bir ucu bende bir ucu ondayken birbirimize karşılıklı sahte, meydan okur bakışlar atıyorduk.

"Nasılsa bana teslim edeceksin, bırak da bakayım ne yaptığına."

"Prensipler evlat." diyor beni onaylamazcasına başını iki yana sallarken. "Bitmeden göremezsin."

Bay R'nin Kadınları Där berättelser lever. Upptäck nu