-38- Dokunursam kaybolur...

4.7K 326 129
                                    

"Gözlerine bakarken... güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma, bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde kayboluyorum... Yeşil pırıltılarla uçsuz bucaksız bir uçurum, durup dinlenmeden değişen ebedi madde gibi gözlerin: sırrını her gün bir parça veren fakat hiçbir zaman büsbütün teslim olmayacak olan..."

Nazım HİKMET

🍁

Yıllar önce hava yine böyle yağmurluyken bir hışım irdelendiği ve yadigarına zarar verildiği için Egemen Konağından çıkıp buraya gelmişti genç kız, annesinin mezarına. Yanında ise onunla asla geleceğini düşünmediği ve hatta kendisini sevme ihtimalinin bile varlığına inanmadığı genç adam vardı; Yağız. Ama an gelmiş inanamadığı her şeyi yaşarken bulmuştu kendini onunla. An gelmiş o adamı çok sevmişken onun sevgisine de inanmış, güvenmiş ve tüm benliğiyle kabul etmişti.

Atın dizginlerini ağaca bağlayıp mezarının başına doğru adımlamaya başladığında yaşadığı onca zaman zihninden akmaktaydı. Kalbi ise annesine iç sesiyle merhaba demesinin huzurunu yaşıyordu. Buruk bir huzur.

Masmavi semanın altında onlar için aslında huzurun gramını barındırmayan, yuva demeye bin şahit bile bulunsa dediklerinin yeterli olmayacağı bir yerde yine de annesi onlar için, ikisi için o mahşer yerinin ortasında bir dünya kurmuştu. Onunla çocuk oluyor, onunla gülüyordu. Ama onunla ağladığını hiç anımsamıyordu Hazan.

Bazı zamanlar ondan önce uyandığında annesini salonda iki büklüm bulurdu ve o haline annesinin hep bir açıklaması vardı. Bu açıklama mütemadiyen sakarlık olurdu. Kollarında oluşan morluklar kadar bazı bazı yüzünde ya da bedeninde de morluklar olurdu. Asiye buna sakarlık diyordu ve Hazan inanıyor gibi yapıyordu. Aksini dillendirmeye kalksa annesinin dolan gözleri canını yakıyordu, üstelik üzgün olan annesi o da ağladığında katlanan bir hüzün yığınının altında kalıyor, güçsüzleşiyordu. Bunu hiç sevmiyordu.

Hazan hep büyümeyi dilemişti. Annesi için büyümeyi istemişti. O büyüyecek ve babasının onları kapattığı o yasaklı saraydan annesi ile birlikte çıkacaktı. Çünkü babası annesini hiç sevmiyordu. Hazan sevginin ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu annesinden öğrenmiş küçük bir kızdı. Büyümek için her dediğini dinlediği annesini ansızın bir akşam vakti kaybedeceğini ise bilemezdi. Gerçi o annesini kaybetmemişti, baba dediği cani onu ellerinden söküp almıştı adeta.

Elini toprağa sürdü; bu dokunuşunda "Keşke yanımda olsan," diyordu. Barlas onu "Burada güvende olacaksın," diyerek evine getirdiğinde, yıllardır uzakta kalan annesinin mezarına bu kadar yakın olacağını bilemezdi Hazan. Hamileliği sırasında bir rastlantı sonucu bunu fark etmişti. Gürkan'ın onlara o vakitler uzak olan muayenehanesine gitmek için bu yolu kullanmıştı Barlas gündüz vakti. Yol ormanının içinden geçmekteydi ve oldukça yanıltıcı düzenlenmişti. Hiç bilmeyen biri başta ucu bucağı olmayan bir ormana girdiğini düşünürdü ancak keskin bakışlarla bakan biri yaprakların ve dahası dev ağaçların kapıyor gibi gölgelediği yolu görebilirdi.

Hayat bir yün yumağı gibiydi sanki; yumaktaki ipler birbirlerine dolaşıktı ve zamanı geldiğinde çözülürdü, insanlarda zamanı geldiğinde birbirine rastlardı ya da tanışırdı ya da bodoslama hayatında bir anda bitiverirdi. Çünkü o yumakta birdiniz ve bütün bunların zamanı gelmiştir. Barlas'ta onların yumağında olan bir başka kişiydi. Hayatlarına girme zamanının geldiğine ise eşi Zeliha'nın mezarının da burada, annesinin iki sıra ardındaki yerde oluşu en büyük kanıttı. Hayat gerçekten de bir yün yumağıydı.

Genç kızın gözleri, geçen mevsimlere rağmen yerini yadırgamadan, solmadan duran gül ağacına kaydı an sonra. Boy vermiş ağacın yanında ise bitivermiş çiçekler bu karanlık yağmurlu havada bile dimdik durur gibilerdi. Annesi gibi güçlü çiçeklerdi onlar. Yağız ile birlikte dikmişlerdi bu ağacı da. Ece'yi daha yeni göndermişlerdi İtalya'ya, sonrada genç adam ile birlikte buraya gelmişlerdi. İkisi de sessizce durmuş içlerini adeta Asiye'ye dökmüşlerdi. Hayatta olan bedenlerin azı onların yanındaydı ve bu yeterli değildi, olmamıştı. Toprağa karışmış bir ruhun onları anladığına inanıyorlardı. "Ölüler onları ziyarete gelenleri görür," derdi annesi hep; inanışını bu sözler perçinliyordu.

GÜZ ÇİÇEĞİ (TAMAMLANDI)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin