XLVII- "İNCE KEFEN"

74.8K 6.2K 6.2K
                                    


Sevgili Karadere konağı misafirleri,

Kurban bayramının ilk gününde, ilk bölümünü paylaştığım hikayenin bu üçüncü kurban bayramı. Biraz duygusalım izninizle.

Bölüm sayacını açacağım bölümden sonra, lütfen yıldıza basın olur mu? Unutuyorsanız hemen şimdi, lütfen.

Keyifle okuyun!



Oturabiliyorsan ayakta durma, uyuyabiliyorsan oturma. 

Tıp fakültesinde öğretilmezdi, sahaya inince kendiniz öğrenirdiniz. Yaşayarak. Altı saatin sonunda ilk kez herhangi bir yere oturmuşken yorgunca öne doğru eğildim suya uzandım. En son suyu da muhtemelen altı saat önce içmiştim. Kapalı olan kapıyı ve önümdeki ekrandan bana gelecek herhangi bir hasta olmadığını gördüğüm gibi telefona uzandım. Yaklaşık altı saattir yapmak istediğim şeyi yapıp Zeliha’yı görüntülü aradım.

O açana kadar dağılmış saçımı başımı elimden geldiğince yenilirken rujum neredeyse hiç kalmamıştı dudağımda. Üçüncü çalmadan açtı telefonu ve beni “Yaaa,” diye daha da eğileceğim görüntüyle karşı karşıya karşıladı. Yatağının orta yerine oturmuş, saçlarını kalemle arkada sabitlemiş elinde biberon, kucağına aldığı yastıkla yavruyu besliyordu. Saatlerdir sadece beslemesi için birkaç mesaj atmıştım. Unutmayacağını bile bile. Yavrunun her bulduğu boşlukta miyavlaması benim mırıltılarım birbirine karıştı. Zeliha ekrandan bana gülümserken “Biz karnımızı doyurduk.” Dedi boş biberonu bana sallarken. Yüzü gülüyordu, sabahtan beri bu üçüncü besleyişi olmalıydı. Sabahın erken saatlerine her ayrıntısına kadar ona anlatıp emanet etmiştim. 

Gözüm arkada değildi, öyle ki beni de yanıltmamıştı. “Afiyet olsun ölürüm ben size.” o kadar duygusaldı ki bu görüntü, o kadar olurdu. “Nasıl bir sıkıntı çıkmadı değil mi?” diye sordum. Zeliha yavruyu yatağının üzerine bıraktı ve kamerayı alıp  çevirdi. Şimdi sadece henüz daha dik tutamadığı bacaklarıyla paytak paytak yürüyen yavruyu görüyordum. 

Zeliha'nın eline öylesine yakışmıştı ki izlemek bile tüm yorgunluğumu çekti aldı vücudumdan. Ona da iyi gelmişti sanki. Dışarı çıkmıyordu ama çıkmış kadar enerjikti. Dışarı çıkmak demişken, bu akşam gideceğimiz evden sonra bazı şeyler de netleşecekti. Fetih'in iş için bir günlüğüne İstanbul'a gitme durumu mesela. Bu sabah ansızın çıkan bir durumdu ve geçen seferkiler gibi reddememişti hemen. Böyle bir durumun içindeyken gidemeyeceğini söylese de eğer ki bu akşam bir şeyler çözüme kavuşturulursa gitmek zorundaydı. Gitmesi de şarttı zaten. Merthan öyle söylemişti. Çözüme kavuşmazsa da gerekirse büyük zarara uğrar yine de gitmeyecekti. Bunu da Fetih söylemişti.

Gideceği içime doğmuş gibi, eğer ki giderse Zeliha’yı da yanında götürmesini istemiştim. Hava değişikliğine ihtiyacı vardı ve en güvenli yer ağabeyinin yanıyken bu şehir değişikliği ona çok iyi gelirdi. Evde durmak bile bunaltıyordu onu, İstanbul'a gitmek bir deniz havası almak iyi gelecekti. Kafasını toplardı o evden uzaklaşırdı. Gönül isterdi ki ben de gideyim ama mümkün değildi şimdilik. Hem zaten benim yavrum vardı gidemedim.

“Hayır çıkmadı. Çok kıpır kıpırız ve iştahımız çok yeri-“ sesi aniden kesildi ve hemen ardından bir erkek sesi duydum. “Yemedi.” dedi Kürşat. “Ben babamı arayacağım.” diye devam etti. Sesindeki huzursuzluk direkt anlaşılıyordu da benim sesimi duymasın diye sustum. 

“Tamam sen git ben tekrar bakayım. Sonra olmadı arayalım babamı.” 

“Rengi sapsarı sapsarı neyi bekliyoruz?!” diye sesi yükseldi aniden. “Ben arıyorum sen de git bak yine.” Ekran artık karanlıktı Zeliha muhtemelen yatağa bırakmıştı telefonu. Kapı çarpılarak kapatıldığında Zeliha’nın yüzünü tekrar gördüm. Ben sormadan o yerinden doğruluyorken konuştu. 

SERÇEYİ ÖLDÜRMEKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin