2- JAMES HUNTER

105K 4K 572
                                    

Instagram: t.y.mazer
Twitter: tymazerr

Beyaz koridora içimde büyüyen korku ile bakarken, saniyeler içinde kaybolan adamdan kalan kan izlerine bakıyordum.
Zemini koyu gri olan koridor öylece uzuyordu ve uçsuz bucaksız gibi görünüyordu. Koridoru tamamen aydınlığa bürüyen ışıklandırmaya teşekkür ederek ürkek adımlarla ilerlemeye başladım. Dönüşte o kapıyı nasıl açacağım sorusu aklıma geldiği an, ilerlemekten vazgeçip hızlıca geri döndüm ve gizli kapının etrafında açılıp kapanma tuşuna benzer bir şey aradım.
Hiçbir şey yoktu.
Sanki kapı hiç var olmamış, her zaman bir duvarmış gibiydi.
Her şey, bembeyaz duvarlar ve gri zeminden ibaretti.
Panikle ne yapacağımı düşünür halde ellerimi duvara yasladım. Anahtarı alsam bile bu lanet mahzenden nasıl çıkacaktım ki? Sol elimi yumruk yapıp sinirle duvarı yumrukladım. Elimin acısıyla midem kasılırken kendime bir küfür savurdum. Tüm bunlar aptalca yolumu şaşırmam yüzündendi. Aptal diye sessizce bağırdım kendime aptal.
İç kavgama devam ederken kısık bir klik sesi duydum. Az önce yumruk attığım kısımdan geliyordu. Ama duvar yine de açılmamıştı. Gözlerimi kocaman açıp hararetle, duvarı kontrol etmeye başladım. Görünürde hiçbir şey olmamasına rağmen dikkatle vurduğum kısmı inceleyince, belli belirsiz üç parmak izine rastladım. Belki de şifreyi çözebilirdim. Saatlerden sonra ilk defa yüzümde bir gülümseme belirdi.
Dokuz yüz kombinasyon ihtimali olan bir şifreyi çözmek ne kadar zor olabilirdi ki? Suratımda beliren gülümseme anında yok oldu. Birkaç başarısız denemeden sonra zaman kaybettiğimi fark ederek duraksadım. Burada mutlaka başka bir çıkış olmalıydı.
Bir kez daha düşünmeme izin vermeden kan izlerini takip etmek üzere koridora yöneldim. 
Uzun gri zeminde ilerlerken tüm reflekslerim tetikte, gelebilecek tehlikeyi bekliyordu. Savunma pozisyonu almış bir şekilde koridorun büyük bir kısmını geçtim. Yolun sonuna geldiğimde önümde iki adet kapı belirdi. Biri kırmızı diğeri ise siyah iki kapı.
Kırmızı kapı büyük ihtimalle yasak olan kapıydı. İç sesime güvenerek o kapıdan uzak durmam gerektiğini düşündüm ve adımlarımı geriye çevirdim.
Siyah kapının önüne dikkatli adımlarla yaklaştığımda milimlik bir mesafe ile aralık olduğunu gördüm. Bu kadar yaklaşmasam fark etmem imkânsızdı. Nefesimi tutarak yavaşça kapıyı araladım.
Lacivert gözlü garip adam, siyah bir koltuğa oturmuştu. Muhtemelen bilincini kaybetmeden önceki son anlarını yaşıyordu. Tam vaktinde yetiştiğimi düşünüp, hızlıca anahtarı bırakmış olabileceği noktalara göz gezdirdim. Ancak devasa odada, tam ortada konumlanmış siyah koltuktan başka hiç bir şey yoktu. Bu sefer onu dikkatle inceleme fırsatım olmuştu ve kesinlikle bir katile benzemediğini tekrar düşündüm. Başka koşullar altında karşılaşsam bir akademisyen ya da sanatçı diye tahmin yürütebileceğim entel bir görünüşü vardı.
Çünkü ifadesinde karanlık hiçbir iz yoktu. Sadece lacivert gözlerinde bir gariplik vardı.
Bir uyumsuzluk.
Birkaç dakika daha adamın bilincini kaybetmesini bekledim. Kahverengi tüvit ceketini yavaş hareketlerle çıkarıp bir kenara attı. Ardından tekrar siyah koltuğa oturdu, o andan itibaren gözleri kapandı ve hareket etmedi. Üzerinde gri renk bir gömlek vardı ancak gömleğin büyük bir kısmı kanla boyandığı için rengi ancak yakalarından seçiliyordu.
Planım basitti. Bir süre daha bekleyip bayıldığına emin olduktan sonra hızla içeriye girip ceketi alıp kaçacaktım. Sabırla nefesimi tutarak doğru zaman için hazırlandım. Ancak içeriye adım atmak için hareketlendiğim an, gözlerini açtı. Nefesimi tutup kaskatı kesilen bedenimi hareket ettirmemeye çalıştım. Kahretsin! Daha bayılmamıştı.
Saniyeleri saymaya devam ederken, bedenine uyumlu olmayan sesini tekrar duydum. Ama bu sefer Türkçe konuşmuyordu.
"Four zero zero nine , James Hunter, you can initiate the protocol." (4009, James Hunter, protokolü başlatabilirsiniz.)
Sanki mümkünmüş gibi kapıya daha fazla yapışmış halde duyduklarımı zihnimde Türkçeye çevirirken, mekanik bir kadın sesi aynı şekilde İngilizce cevap verdi.
"Hoşgeldiniz Bay Hunter, protokolü başlatıyorum."
Cevap vermedi. Mekanik ses devam etti,
"Yaşam alanınız oluşturuluyor. Lütfen koltuğunuzda bekleyiniz."
Makinenin neden bahsettiğini düşünürken, bir an da odanın her yerine parlak ışık huzmeleri hakim oldu.
Hayatımda gözlerimi hiç bu kadar kocaman açtığımı sanmıyordum. Ağzım açık hayretle odadaki hareketliliğe bakarken ışık huzmeleri odanın her köşesinde toplanıp yoğunlaşıyor ve bir eşya meydana getiriyorlardı. On saniye kadar kısa bir süre sonra karşımda oldukça büyük, lüks bir salon, açık bir mutfak ve  geniş bir yatak odası belirdi. Ağzım şaşkınlıktan açık kalmaya devam ederken, göğsümü zorlayan kalp atış seslerimi duyacağından korktum.
Ya bir rüya görüyordum ve bu rüyada fantastik bir filmin içine düşmüştüm ya da bu adam beni öldürmüştü ve ölüm sonrası böyle bir şeydi.
O an, iki durumdan da emin olamadım. Vakit kaybetmeden, sol elimle sağ koluma tırnaklarımı geçirdim. Kolum kanayacak kadar kızarmıştı ama görüntüler hala gözümün önündeydi.
Rüya değildi.
Daha fazla ne olabilir diye düşünürken garip bedeniyle yerinden kalktı. Mekanik ses tekrar konuştu.
"Bay Hunter, geçiş işlemi için kabine girebilirsiniz. Görev geçişi yapılacaksa lütfen görev kodunu tekrarlayın."
"Normale geçiş işlemi." diye ifadesizce cevap verdi.
Daha fazla ne görebilirim korkusuyla kasılan midem yaşadığım şoklarla tekrar bulanmaya başladı. Ancak gözlerimi bir an olsun adamdan alamıyordum.
Adı James Hunter diye hatırlattı zihnim. Türk değildi, yabancıydı. Aksanı Amerikan olduğu tahmininde bulunmama neden oldu.
Şu anki görüntüsünün tipik bir Türk'ten farkı yoktu. Kafamda bu düşüncelerle boğuşurken, odanın solundaki gri bir kutuya ilerledi. Solaryum aletine benzeyen kabinin yüksekliği, adamın boyu ile orantılıydı.
Beklemeden kabine girdi. Yaşadığım şaşkınlığı üzerimden atıp kaçmam gereken anın geldiğini anlamıştım. Dakikalardır hareketsizliğimden uyuşan bacaklarımı kımıldattım. Kapıyı yavaşça aralayıp, ilerlemeye başladım. İlerleyişimi sürdürürken, kabinin ışıkları yanıp sönüyordu. Kapının ardından bedeni net görünmüyordu, sadece bir siluet vardi.
Fazla vaktim olmadığını anlayıp acele etmeye çalıştığım anda kabinin ışıkları söndü. Adeta salonun ortasında kalakalmıştım!
Panikten kuruyan dudaklarımı yaladım ve aceleyle etrafıma bakındım. Hemen arkamda bir piyano duruyordu. Hızlıca piyanonun arkasına saklandım. Saatlerdir yaptığım gibi nefesimi kontrol etmeye başladım. Beni duymaması gerekiyordu. Beni yakalamaması gerekiyordu.
Ölmek istemiyordum.
Piyanonun kenarından bakarak, ne yaptığını görmeye çalıştım. Benden biraz uzaklaştığı sıra da arkama bakmadan kaçacaktım.
Kalbim gümbürdemeye devam ederken kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Durumu zaten iyi değildi, o kadar kan kaybından sonra iyi olma ihtimali yoktu. Muhtemelen beni kovalayacak durumda da olmayacaktı. Beni fark etse bile, hızlıca kaçabilirdim.
Ama nereye?
Çaresizlik hissi etrafımda dolanmaya başlarken, aslında bir planım olmadığı aklıma geldi.
Lanet olsun bu yerin çıkışı bile yoktu! Nefesimi tutmaktan ve tekrar koridora dönmekten başka şansım yoktu. Şimdi bir de görmemem gereken şeylere tanık olmuş, beni öldürmesi için ona daha fazla neden vermiştim.
Başımı tekrar piyanonun yanından sıyırdım ve hızlıca odaya kaçmak için uygun anı kollamaya başladım. O an tek derdim hayatta kalmaktı.
Adam yavaşça kabinden çıkarken, önce havalanan kaşlarımı sıkıca kapadığım gözlerim takip etti.
Kabinden çırılçıplak çıkmıştı!
Kontrolü kaybetmemek adına gözlerimi yavaşça araladığımda beline bir havlu sardığını fark edip paniğimi bastırdım ve tekrar incelemeye koyuldum.
Ama bir dakika... Tam önümde beliren beden, beni zorla alıkoyan ve arabamı çalan kişiye ait değildi...
Karşımdaki görüntüye takılı kalan gözlerimi ve şaşkınlıktan açılan ağzım izledi. Bir çeşit şoka girmemiş olsaydım çığlık bile atabilirdim.  Gözlerimi kapayarak az önce gördüğüm şeyin gerçek olmadığını düşünmeye çalıştım. Zihnim gördüklerini kabullenmeyi reddediyor, beynimde yankılanan iğne etkisinde bir ses, bunlar gerçek değil diye tekrarlayıp duruyordu. Ama, gözlerimi açtığımda gördüğüm şeyin gerçek olduğunu bir kez daha anlayacağımı biliyordum. Bir günde art arda yaşadığım şokların sonu gelmeyecek gibiydi. Adam kabine girmiş ancak başka biri olarak çıkmıştı.
Gözlerimi ovuşturma isteği duyarak, bu gizli yere girdiğimden beri kapatamadığım ağzım eşliğinde, katili incelemeye başladım. Bütün vücudu kaslarla kaplı olan genç adamın yüzünü o an seçememiştim.
Buğday rengi teni ve her yeri kesik izleri ile kaplı bir vücudu vardı. Sağ kaburgasının altında üç kurşun izi, sol omuz hizasında dört derin kesik yarası ve belinde neye ait olduğunu bilmediğim yuvarlak bir kesik... Adamın vücudundaki bütün izleri dikkatle inceledim. Tüm bunlara rağmen, dergi sayfalarından fırlamış gibi bir fiziği vardı ve kesikler sadece ayrıntı kalıyordu.
Ben ne diyordum?
Genç adamı incelemeye devam ederken, sağ tarafına döndü. Lacivert gözleri tedirgin bir şekilde etrafı taradı. Fark mı edilmiştim? Telaşla olduğum yere iyice sindim.
Korkuma rağmen artık seçebildiğim yüzünü incelemeye başladım. Beni zorla kaçıran haline yakıştıramadığım lacivert gözler bu haliyle kusursuz bir uyum içerisindeydi. Keskin hatların oluşturduğu çehresini odada gezdirirken, nefes almayı unutmuştum. Kaskatı olan bedenim hiçbir yaşamsal tepki göstermiyor gibiydi.
Gözleriyle tezat oluşturan vişne rengi dudaklarını çizgi halinde tutuyordu. Nefessiz bir şekilde onu izlemeye devam ederken, etrafı kontrol etmeyi bırakıp salonun ortasındaki siyah koltuğa yöneldi.
Kafam tamamen karışmış halde önümdeki senaryoyu çözmeye çalışırken, artık kulağımın alıştığı sesini duydum.
"Jenny, tedavi protokolüne başla."
Jenny kimdi? Huzursuzlukla kapıyı kontrol edip biri mi gelecek diye kontrol ettim ancak onun yerine mekanik sesten cevap gelmişti.
"Tedavi protokolüne başlanıyor bay Hunter."
Demek mekanik kadının adı Jenny idi. Jenny denilen alet, aynı ifadeyle bir soru daha sordu.
"Tedaviniz sırasında görev raporunuzu paylaşmak ister misiniz?"
"Evet, lütfen."
Konuşulanları Türkçe'ye çevirmeye çalışan beynim aynı anda bu çıkmazı çözmeye çalışıyordu. Bu adamın sesi, gözleri beni kaçırana aitti. Mekanik ses iki adama da Bay Hunter, diye seslenmişti.
Bu durumda geçiş işleminden kastettiği, beden değiştirdiğiydi. Önümde azılı bir katilden genç bir adama dönüşmüştü. Hem de oldukça etkileyici bir genç adama.
En fazla yirmilerinin sonlarında diye tahmin edebileceğim Lacivert, tekrar siyah koltuğa oturdu. Evet ona Lacivert diyecektim çünkü değişmeyen tek yeri lacivert gözleriydi.
Koltuğa oturduğu an da dört bir yanını saran ekranlar ortaya çıktı. Sabit bir şekilde beklerken, gözlerini çevirdiği her ekranda ayrı bir görüntü görünmeye başlıyordu. Bazı bilgilerin altyazı şeklinde geçtiği görüntülerde birçok farklı yüz vardı. Görseller yavaşlamaya başladığında son gördüğüm fotoğraflar dikkatimi çekti.
Bir adamın cesedi başında beni kaçıran adamın ayakkabıları görünüyordu. Yani kırk yaşlarındaki, şekil değiştirmeden önce gördüğüm adamın.
O an beynime hücum eden kan, korkunç gerçeği kulağıma fısıldadı. Ekranda gördüklerim bir bilgisayardan gelen görüntüler değildi, Lacivert bu şekilde rapor veriyor, olay anı görüntülerini paylaşıyordu. Tüm tüylerim diken diken haldeyken, boğazımdan çıkan çığlığa elimi ağzıma bastırarak engel oldum.
Aynı anda gözlerimden akmaya başlayan yaşlar, içimde tuttuğum korku çığlıklarını temsil eder nitelikteydi. Neyin içine düştüğümü bilmiyordum ama kurtuluşumun kolay olmayacağını anlayacak kadar çok şey görmüştüm.
Bu adam bir katildi ve kaynağını bilmediğim, şuan imkânsız olan bir teknolojiye sahip bir mahzende, çok normalmiş gibi durum raporu paylaşıyordu.
Yeni bir ışık huzmesi adamın tepesinde toplanırken, mekanik kadın tekrar konuştu.
"Sağ üst kolda beş santimetre derinliğinde, sekiz santimetre uzunluğunda bir kesik. Kesiklere bağlı olarak kan kaybı ve algılarda azalma. Sol hipokondriak bölge'de dokuz milimlik kurşun deliği.  Sinistram costamda üç adet çatlak. Kafatasında çarpmaya bağlı ezilme ve ödem. Tedavinize başlanıyor."
Işık huzmesi kolundaki kesiğe yaklaşırken kesik bölgeyi kırmızı bir ışıkla çapraz çizgiler eşliğinde dikmeye başladı. On saniye sonra kesikler dikilmişti.
O an içimden gelen histerik kahkahayı tuttum. Yahu teknolojiye bak! Biz bu tanıları koymak için tonlarca emar, tomografi ve röntgen çekerken, bu ne olduğunu anlamadığım alet, on saniyede tanıyı koymuş ve tedaviye başlamıştı.
Mekanik ses, tekrar konuştu,
"Rapor tamamlandı."
"Tedavi tamamlandı."
"İyi günler dilerim bay Hunter.
"Teşekkürler Jenny."
Zaman kavramını ve hareket edebilme özelliğimi yitirmiş olarak piyanonun arkasında saklanmaya devam ediyor, çaresizliğin son damlalarını da tüketiyordum.
Lacivert yani namı diğer James Hunter, koltuktan büyük bir ihtişamla kalktı. Odanın sağ köşesinde bulunan büyük yatağın yanındaki çekmecelerden birini açtı ve bir eşofman altı çıkardı. Havlusunu çıkaracağını anladığımda tekrar gözlerimi kapadım.
Giyinme sesleri bittiğinde gözümü açtım ve bu sefer de mutfak tezgâhına yaslanmış büyük bir bardağa su doldurmakta olduğunu gördüm.
Suyundan bir yudum aldıktan sonra havaya bakarak konuşmaya başladı. Türkçe konuşuyordu. Sesindeki garip tını kaybolmamıştı.
O an, sesinin aslında garip olmadığını, sadece Türkçe konuştuğu için böyle olduğunu fark ettim. Kendi bedeninde konuşurken o kadar da rahatsız edici durmuyordu. Hatta güzel kalın bir sesi vardı.
Katil herifi beğenme işine son verip dediklerine odaklandım. Sanırım mekanik hatuna sesleniyordu.
"Bir saattir o piyanonun arkasında beni izlemekten sıkılmadın mı?"
Ba- bana mı söylemişti?
Bedenime üşüşen panik dalgası uyuşan tüm uzuvlarımı tekrar hareket ettirmeyi sağlayacak kadar yoğundu. Orada olduğumu başından beri biliyormuş! diye düşündüğüm an, ölüm korkusu somut bir his gibi yanımda belirdi.
Kaskatı kesilmeye alışmış bedenimi kıpırdatacak gücü kendimde bulamamıştım. Kıpırdasam ne olacaktı ki?
Beni öldürecekti...
Adam var olduğunu bile bilmediğim enerji kaynaklarını kullanan bir katildi.
"Hadi çık oradan artık." Sesi sakin geliyordu ama yine de kıpırdayamadım.
"Şu an ne düşündüğünü, mimiklerini, uyuşan bedenini dahi hissediyorum. Seni öldürmem için daha fazla sebep vermeden çık şu lanet piyanonun arkasından!"
Sesini yükseltmesiyle olduğum yerde sıçradım. Kaskatı kesilen uzuvlarıma korkudan can geldi. Bedenimi hareket etmeye zorlayarak, olduğum yerden çıkmak için hamle yaptım.
Ayağa kalkarken uzun sarı saçlarımın, korkudan bembeyaz olduğunu tahmin ettiğim yüzümü örtmesine izin verdim. Uyuşan bacaklarımda karıncalanma hissi başlamıştı ve dar kotumun etkisiyle bunu daha çok hissediyordum. İçimdeki askılı beyaz atlet kıpkırmızı kesilmiş ten rengimi daha çok belli ediyordu. Atletimin üzerinde düğmelerini açık bıraktığım keten gömleğimse değdiği yerleri yakıyordu sanki.
O an her şey bir fazlalıktı.
"Başını kaldır."

Dediğini yapmak istesem de kendimde yüzüne bakacak cesareti bulamıyordum.
"Türkçe konuştuğumu sanıyorum, hala mı anlamıyorsun?"
Kısa bir tereddütten sonra çaresizce başımı kaldırdım. Ela gözlerim onun lacivertleriyle buluştu. Lacivert irisleri o an, koyu gölgeler arasındaydı.
"Beni takip etmeyecek kadar zeki olduğunu sanıyordum."
Sesi alay eder gibi çıksa da bakışları hala ifadesizdi. Soğuk çehresi bana ölümün soğukluğunu hatırlatıp duruyordu. Daha okulun ilk haftasında adice bir şakaya kurban gitmiş, kadavranın incelendiği bir sınıfta derse girmiştim. Daha fazla dalga konusu olmamak için dersten çıkmamış, yaşadığım mide bulantısı, o sarsıcı ölüm kokusu ve gördüklerime rağmen ders sonuna kadar sabırla hocanın anlattıklarını dinlemiştim. O anları düşündükçe istemsizce buruşan yüzüme, kasılan midem eşlik etti. Gözleri üzerimde geziniyordu. Yanıma yaklaştığında nefesimi tutarak tepkisiz kalmaya çalıştım. Uzun parmakları boynumda gezindiğinde,  göğsümde patlayan korkuyla titrek bir nefes üfledim.
"Seni öldürmek istesem, bu incecik boynunu kırmam bir saniyemi bile almazdı."
Kulağımda dolanan fısıltısı, kokusuyla uyum içinde ılık bir şekilde tenime vurdu. Bunun beni tiksindirmesi gerekirken, tek hissettiğimin korku olmasına şaşırmıştım.
"Ama bu, elini kolunu sallayarak buradan çıkacağın anlamına gelmiyor."
Boynumdaki parmağını yavaşça çektiğinde kalan nefesimi de dışarı verdim.
"Protokole göre seni rapor etmem gerekiyor." Sesi az önceki tehdidinin aksine öyle normaldi ki...
"Lütfen, dur! Ben hiç bir şey görmedim. Yani görmediğimi söylerim." Sesim yalvarır gibi çıkmıştı ama zaten hissettiğim de buydu. İliklerime işleyen korku yalvarmaktan başka çare bırakmamıştı.
Lacivertler bir süre üzerimde takılı kalsa da çok geçmeden cevap verdi,
"Gizli kapıdan geçtiğin an, protokole dâhil oldun. Seni bırakmam demek görevimin ifşa olması demek ve böyle bir seçenek yok."
Söylediklerini önce anlamasam bir anlık sakinlikten sonra kavradım. Beni bırakmayacak, buraya hapsedecek, belki de öldürecekti. Histerik bir şekilde kahkaha attım.
"Ya sen ne protokolünden bahsediyorsun? Bu yerde ne haltlar dönüyor bilmiyorum ama zaten bir bok anlamadım! Beni bırakmak zorundasın!"
Ani çıkışım karşısında tek kaşı kalkan Lacivert, az önce boynumdan çektiği ince parmaklarıyla tekrar boynumu kavradığında, neredeyse boğazımı sıkıyordu.
"Ne kadar ciddi olduğumu anlamadın mı?" buz gibi sesi ölüm tehditleri haykırıyordu. Verdiğim anlamsız tepkiye lanetler ederek korkuyla gözlerimi kırpıştırdım.

Bir anlık ifade değişikliğinden sonra tekrar ifadesiz suratıyla geri döndü ve ellerini boynumdan çekti. Hissettiğim sıcaklık kaybolunca tenimi soğuk bir esinti kapladı.
"İstanbul'daki görevim sonlanana kadar benimle berabersin. Görevi yarım bırakmak istemediğim için seni şu an rapor etmeyeceğim. İşim bittiği anda protokol dâhilinde etkisiz hale getirileceksin."
Adamın hiçbir şey olmamış gibi kurduğu cümleler kalbimi sıkıştırırken, dudaklarımdan korkuyla kelimeler döküldü.
"Etkisiz hale getirmek mi? Yani öldürmekten mi bahsediyorsun? Bence şimdi öldür beni. Seninle burada ölümü beklemekten daha iyidir." Son cümlelerimi haykırmıştım. Ama bu sefer verdiğim tepki için pişman değildim. Bu soğuk adamın amacı beni eninde sonunda öldürmekse şimdi yapsa daha iyiydi.
Bir an duraksadı. Çok kısa bir an.

"Ben görevdeyken seni burada bırakacağımı nereden çıkardın?"

Cevap veremeden tekrar yaklaştı. Burnumu yakan kokusu da beraberinde geldi. Neydi bu aroma? Bu koku ani bir hapşırma isteği uyandırırken, karabibere benzeyen bir nota olduğunu düşündüm.

Kokusunu beğenmiş olma, hatta tekrar koklama isteği uyandırması gerçeğine içimden bir kahkaha attım. Harap olan sinirlerimin beni ne noktaya getirdiği aşikârdı.

"Arkadaki yatağı kullan." Bunu bir emir gibi söyledikten sonra, yanımdan geçerek siyah kapıdan çıktı. Koca salonun ortasında tek başıma kalmıştım. Siyah kapı arkasından kapandığında başka bir kapının açılış sesini duydum. Kırmızı kapılı odaya girdiğini tahmin ettim. İçimde oluşan merak duygusuna küfredip ne yapacağımı düşünmeye başladım.

Durumu değerlendirdiğimde çok da kötü görünmüyordu.

Ultra yakışıklı bir katilin ultra teknolojik mahzeninde kapalı kalmıştım. Kimsenin benim burada olduğuma dair tahmin yürütecek kadar bile bilgisi yoktu. Lacivert beni eninde sonunda öldürecekti ve ben kendimi korumak için bu adamla dövüşebileceğime ihtimal dahi vermiyordum.

Hiçbir zaman intihara meyilli bir insan olmamıştım ancak, kaçınılmaz sonumu bu adamın kafesinde onun kurallarıyla bekleyecek olma düşüncesi aklıma kaçırmama neden olacak gibiydi. Ama şu an yapacak tek bir lanet şeyim yoktu.
Çaresizliğim bir koca bir taş gibi içime oturduğu anda bütün gün başıma gelenler karşısında tuttuğum gözyaşlarımı rahatça serbest bıraktım.

Kaç saat uyudum bilmiyordum. Ama uyandığımda ağlayarak uyuyakaldığımı tahmin ettiğim koltukta değil, o herifin yatağındaydım. Bunu yatağa sinen kokusundan anlamıştım.
Üzerimde gömleğim olmadığını görünce panikle yorganı kaldırdım. Gri nevresimler arasından lacivert pantolonumu görünce rahatladım. Pantolonumun lacivert olması gerçeğiyle yüzümü buruşturdum. Gömleğim görünürde değildi.

Gözlerimi ovuşturarak, yakınlarda bir saat aradım.

Yoktu.

Ne saatten ne de hangi günde olduğumuzdan haberim vardı. Hesaplayacak gücü bile bulamıyordum kendimde. Buraya geliş hikayemi hatırlamak istemiyordum.
Yatakta doğrulduktan sonra iyi olduğuma kanaat getirip ayağa kalktım. Hızlıca odayı turlayarak gömleğimi aradım. Koltuğun üzerinde katlı bırakıldığını görünce kaşlarım havalandı. Gömleği bir çırpıda giyerek kapıya yöneldim.

Lacivert'i bulup, konuşmalıydım.

Koşar adım ilerlediğim odadan çıktığım anda soğuk koridorla yüzleştim. Koca koridorda iki kapı vardı, biri çıktığım, diğeri ise önümde duran kırmızı kapı.

Gerisi boşluk.

Kırmızı kapının ardında olduğunu tahmin ediyordum ama yine de ayaklarım oraya girmemek adına geri gidiyor gibiydi. Derin bir nefes aldım. Karşımdaki normal biri olmasa da, konuşmaya çalışacaktım. Elimde kalan tek şey buydu.
Kapalı kapının üstünde herhangi bir kulp yoktu.
Tereddütle ayakkabımın ucuyla kapıyı ittirdim.
Aynı anda kulaklarımı ani bir refleksle kapatmama neden olan uğursuz alarm sesini duydum. Bacağımda hissettiğim tarif edilmez acı ise bambaşka bir şeydi. Bu acıya aşinaydım. Ergenliğimin ilk yıllarında fiziki gelişimimden rahatsız olan abim(!) elindeki bir fincan kahveyi inadına üstüme dökmeye çalışıp, ıskalayıp ayağıma döktüğünde çektiğim acıya benziyordu. Sadece kat be kat daha fazlasıydı.

Hıçkırarak olduğum yere çöktüğüm anda tek hissedebildiğim yanık acısıyla birleşen çaresizliğimin içimde açtığı yaraydı.

Lacivert  - Safir - AmberWhere stories live. Discover now