Bölüm 48 - Neler oluyor orada?

12.5K 1K 128
                                    

Selamun aleykum

öncelikle kandilimiz hayırlara vesile olur dualarınız kabul ibadetleriniz makbul olur bu gece makamınızın yükselmesine vesile olur inşaAllah...

şimdi bu bölümü okuyup sonunda bu ne şimdi kısacık bir bölüm diyeceksiniz biliyorum ama ben aslında bölümü yazmaya devam ediyorum sadece biraz gıcıklık yapayım istedim birkaç güne devamını da eklerim inşaAllah :) bu kısmı bir kesit gözüyle okuyabilirsiniz. hanş yazar burda boş durmadığını belirtmek istemiş der gibi :))

bakalımbu bölümde kimlerden bahsettiğimi tahmin edebilecek misiniz?

keyifle okursunuz inşaAllah

selam ve dua ile..


************






Genç kız okulun ikinci dönemine girdikleri ilk günü kazasız belasız bitirmiş olmanın huzuruyla çıktı okulun kapısında. Yeryüzüne tüm eda ve nazıyla cilveli bir gelin gibi salınan bahar havası, ılık bir meltem olmuş yüzünü şefkatle okşuyordu sanki. Gökyüzünde güneş kıştan kalma mahmurluğunu üzerinden atmış tüm sıcaklığını insanlar âlemine cömert bir şekilde pay ediyordu. Gözlerini kapattı genç kız. Dudağının kenarına asi bir kıvrım yüzüne sebepsiz bir tebessümün ışıltısı yayıldı gözlerini kapattığında. Yeniden canlanıp yeşermeye çabalayan bu dünyanın yeni doğmuş bir bebek kadar saf ve doğal kokusunu içine çekti derin derin. Genç kızın ruhundaki dikenleri ürpertiyordu böyle güzel havalar. Gönlünün yıkık dökük harabelerine dokunuyordu ve el yordamıyla teselli etmeye çalışıyordu sanki. Ama yeryüzünün tomurcuklanan çiçeklerine inat genç kızın şehirleri çorak mezarlıklar ülkesiydi.

Kendi iç dünyasının puslu, karanlık ve boğucu havasında kalbi bir mengeneye sıkışmış et parçası gibi acıyan genç kız gözlerini kâinatın kusursuz güzelliğine açtı tekrar. Şimdi Üstadın huzur veren sohbetini dinlemeye gidecekti. Üstadın, kanayan yaralarını şifa ayeti gibi saran umut dolu sözleri ile avutacaktı tüm kötücül, pesimist ve isyankar yanlarını. Kimsesiz değilsin ki sen, kendini uçurumun kenarına bir adım kala hissedecek kadar kalbini yoran dertlerin nedir? Tevekkül et ki huzur bulasın, diyecekti. Koca kâinatı her yıl hiç aksatmadan yine yeniden ve belki de bir önceki halinden daha güzelce ve kusursuz bir şekilde yaratan, Sırrın Sahibi, yerin göğün yıldızların ve yedi kat âlemin Efendisi, senin kendi küçük âleminde solan güllerini iki avcunun içine sığdırdığın dualarının hürmetine gülistanlığa çevirip misk-i amber kokuları ile taçlandıramaz mı sanıyorsun? Diyerek belki yumuşak bir lisanımünasip ile azarlayacak ama en çok da tüm günahkârlığına tövbe olacak ayetlerle genç kızın ruhuna ümit tohumlarını ekecekti sohbetiyle.

Başını her zamanki dalgalı ve düşünceli hali ile önüne eğdi, göğsüne yasladığı ders kitaplarını sımsıkı tutarak otobüs durağına doğru yürümeye başladı genç kız. Durağa doğru ancak bir iki adım kadar atabilmişti ki bir anda başına değen el ve ağzına dayanan ıslak pamuk parçasının etkisi ile kendisinden geçip oldu yere yığıldı. Önce bulanıklaşan bir görüntü vardı gözünün önünde sonra her yer karardı ve arada hayal meyal hatırladığı bir arabanın içinde seyir halinde olduğu ve bulanık yeşil ve mavinin birbirine geçtiği manzara görüntüleriydi. Görüntüler o kadar hızlı akıyordu ki her renk birbirine karışıyordu sanki. Ve sonrası yine ağzına dayanan ıslaklık ve yine kopan film şeridi oluyordu. Emin olamıyordu; rüyada mıydı yoksa gerçekten de yarı baygın bir şekilde birkaç izbandut gibi karalar giymiş iri kıyım adam tarafından kaçırılıyor muydu?

Bu sorusunun cevabını saatler sonra hiç tanımadığı bir odadaki yatağa sere serpe uzanmış halde uyandığında öğrenmişti. Akli melekeleri yavaşça kendine gelirken bir anlık can havli ile kapıya koştu hızlıca. Ama kapı kilitliydi, ne bekliyordu ki zaten! Yine de yılmadı ve hemen pencerenin olduğu tarafa doru yöneldi. Tülleri bir kenara çekip pencereyi açmak için yeltendi.  Kaçıncı kat olursa olsun aşağı atlamaktı niyeti. Pencereyi açtığında bulunduğu odanın zemin katta olduğunu fark etti. Ama pencereler demir parmaklıklarla etkisiz hale getirilmişti. Çaresizce yatağa oturdu tekrar. Bulanık zihniyle neler olduğunu kavramaya çalışıyordu ama nafile. Aklına hem milyonlarca sebep geliyor hem de hiç birini mantığına oturtamıyordu nedense. Bu bir kâbus olmalı, diye geçirdi içinden. Korkularını senaryo haline getirdiği ve bu senaryoya esir olduğu bir rüyanın içindeydi ve birazdan sıcacık yatağında uyanacaktı yeni güne. Feracesinin kolunu biraz yukarı sıyırdı ve etine birkaç defa, kısa kestiği tırnaklarını batırmaya çalıştı. Rüyadaysan acıyı hissetmezsin diyorlardı filmlerde. Ama genç kız olmayan tırnaklarının acısını hissetmişti maalesef. Aslında acıyı, korkuyu, pişmanlığı ve çaresizliği tüm benliğinde iliklerine kadar, en şiddetli haliyle hissedebiliyordu o anlarda. Ne gerçekçi bir rüya!

Yüreğinin bir kuş gibi ürkekçe attığı dakikaların ardından bulunduğu odanın ölü toprağı serpilmiş sessizliğine çarpıp beyninin kalın duvarlarına çarparak yankı yapan anahtar sesi duyuldu. Büyük bir acıyla inleyerek açıldı odanın kapısı. Yüzyıllardır kullanılmıyormuş gibi pas tutmuştu sanki her eklemi.

" Güzel, uyanmışsın." Dedi izbandut kılıklı adam genç kızı yatağında oturur halde görünce gevrekçe sırıtarak.

" Neden buradayım?" diye sordu genç kız, yatakta oturur vaziyetteki halini değiştirmeden, isyan barındırmayan ama huzursuz ve ürkek bir ses tonuyla.

" Onu ben bilmem. Sen bileceksin. Bilmiyorsan en erken yarın öğrenirsin ancak." Dedi adam pişkince.

" Saat kaç?" diye sordu bu sefer genç kız adama, kısa ve net bir kararlılıkla.

" Ne yapacaksın bir randevun vardı da ona mı geç kaldın?" iri vücuduna iğreti duran pis bir şekilde güldü adam alay ederken.

" Saat kaç?" diye tekrar etti genç kız aynı kararlılıkla.

"Ölüme beş kala." Dedi adam alaycılığına ciddiyet de katarak. Ve kapıdan çıkmak için hamle yaptı ama genç kız vazgeçmemişti. " Saati söyle lütfen." Dedi, bu sefer sesinde yalvarır gibi bir tını vardı. Adam durdu, saatine baktı. Kalbi milim merhamet barındırıyorsa o an kendini göstermişti belki de. " Saat öğleden sonra iki." Dedi kızı geçiştirir gibi. Genç kız başıyla adamı onaylayıp mırıldanır bir halde " teşekkür ederim." Dediğinde usulca kapandı odanın kapısı.

Adamın odadan çıkmasının ardından bir süre öylece bekleyen genç kız bulunduğu odanın içerine eklenmiş lavaboya geçip abdestini aldı. Yatağın üzerindeki örtüyü alıp pencereden gözüne kestirdiği ağaçların yosun tutan taraflarına bakarak tayin ettiği bir yöne doğru serdi. Az sonra öleceğini bile bilse öğlen namazını terk edecek değildi elbet. Yıllarca biriken namaz borçlarını düşününce belki de şuan secde etmek için serdiği bu örtüden hiç kaldırmaması gerekirdi ağrısından vücudunun tartamadığı lüzumsuz başını.

Biraz sonra elinde, üzerine çorba, ayran ve köfteli ekmek bulunan bir tepsi ile genç kızın çantası ve kitaplarını getirdi bir başka tanımadığı iri kıyım adam. Tepsiyi sehpaya koydu yavaşça ve çantayı kızın önüne attı hiç de kibar sayılmayacak bir şekilde. " Telefonunu arama boşuna, o bizde kalacak bir süre." Dedi soğuk bir ses ile.

Tepki vermedi genç kız. Sinir bozucu bir kabullenişle sessiz kalmayı tercih etmişti. Gün boyu değişik surette adamlar odasına girip çıktıkça tek sorduğu soru " Saat kaç?" oluyordu ancak. Cesareti de yoktu anlaşılan. Yüzünü kaldırıp tek bir imalı bakış atmamıştı içeri giren adamlara. Bağırmamıştı, isyan etmemişti, kapıları yumruklayıp tehditler savurmamıştı. Ve en önemlisi gözünden tek bir damla yaş dökmemişti genç kız. Sabırla ve tevekkülle bekliyordu neyi beklediğini bile bilmeden. Ve onca güçlü kuvvetli adamlar kızın etrafında bir koruma kalkanı varmış gibi uzak durmuştu genç kızdan. Ne bir fiske vurmaya meyletmiş ne de kötü sözler sar etmişlerdi. Dokunmamışlar ve gerekmedikçe konuşmamışlardı. Belki aldıkları komut böyleydi. Ama kızın sessizliğine mukabil bir yumuşaklıkla yaklaşmıştı onlar da. Beklediler hep beraber. Dakikaların üzerine tüm ağırlığıyla asılmış kaç asır beklemişlerdi, kim bilir?

Yarı uykuda yarı uyanık geçen ilk gecesinin sabahında genç kız diline doladığı dualarla kalbini teskin ederken yine kapısı açıldı. Sessizliğinden ve suskunluğundan korkan izbandutlar sık sık yokluyordu genç kızı. Ama bu sefer izbandut bozması bir adam değildi içeri giren. Kot pantolonu, siyah thishirtü ve deri ceketi ile tanıdık bir sima açtı kapıyı. Önce telaşla baktı genç kıza. İlk düşündüğü bir yerine bir şey oldu mu endişesiydi ne yazık ki! Sonra gözlerindeki telaş yerini nefret ve öfke kırıntılarına bıraktı hızla. Genç kız biraz yorgun gözükse de adamalara tembihlediği gibi kılına zarar verilmediği ve iyi bakıldığı belliydi. Bir süre kini ve nefretiyle yıkadığı bakışlarında hapsetti kızın bedenini. Ne yazıktı ki bir zamanlar bu kıza bakarken içi titrerdi. Bakmaya doyamazdı. Kendine canına kıyardı da onun saçının tek teline kıyamazdı. Şimdi karşısına geçmiş yüreğinde biriken zehri akıtmak ve o zehrin içinde debelenirken boğulduğunu seyretmek istiyordu acımasızca. Tiksintiyle çevirdi adam başını başka yöne. bozuk bir yemeği ağzından tükürür gibi başladı konuşmasına.

" Yeter artık çıkartabilirsin maskeni!"

Elif'in Mim Durağı - Kitap Oldu Where stories live. Discover now