2.3 - GAR

19 2 0
                                    

Güneş doğmadan önce otelden ayrıldık ve Haydarpaşa garına doğru boş İstanbul sokaklarında ellerimizde çantalarımız ile yürüdük. Gar ile otel arasındaki mesafe kısa olduğu için saat altı olmadan varmıştık ama trenimizin kalkmasına daha bir buçuk saatten fazla bir zaman olduğu için hem vakti hemde midemizi doldurmak adına garın yakınlarındaki sahil kenarı işletmelere doğru kahvaltı yapmak için yürüdük.

Bütçemiz kısıtlı olduğu için bir süre ucuz bir yer aradıktan sonra sonunda sahil kenarına dizilmiş masalardan birine oturduk ve çay ile simitten ibaret kahvaltımız hemen geldi. Güneş tam karşımızda ufuk çizgisinde yavaşça yükseliyordu. Bu güzel manzara ile İstanbul adeta geride ne bıraktığımızı bize göstermek istiyor gibiydi. Sessizce kahvaltımızı ederken dumanları tüten sıcak çaylarımız içimizi, güneş ile karşılıklı yaptığımız kahvaltı da ruhumuzu ısıttı.

Kahvaltımızdan sonra gara doğru ağır ağır yürüdük. Emanet bölümünden eşyalarımızı aldıktan sonra da peronlara gittik. Burası garın kalabalığının en yoğun olduğu yerdi. Bizde çoğu insanın yaptığı gibi biletimiz de yazan numaranın zeminde yazılı olduğu yere vardık ve eşyaları itme arabadan indirdikten sonra babam arabayı emanet bölümüne geri götürmek, annemde tuvaleti kullanmak üzere gittiler. Bende çantalarımızın hemen yanında durduğu kolona yaslandım ve etrafa bir göz attım.

Peronların olduğu alanda insanlar eşi, çocukları, sevgilisi, nişanlısı, ana babası, dostu ya da yalnız başına ama yanlarında mutlaka duran valiz, çanta, çuval ya da sandıklar ile ya bizim gibi trene binecekleri noktalarda bekliyorlardı ya da vakit geçirmek için volta atar gibi yürüyorlardı.

Beyaz mavi renkli ayakkabılarımın az ilerisinden 30 cm kadar eninde sarı renkli bir çizgi dümdüz geçiyordu. Peronların olduğu alanın bir ucundan diğer ucuna uzanan bu sarı çizginin ilerisinde bir adımlık mesafe ancak vardı ve ilerisi boşluktu. Bu boşlukta da tren rayları uzanıyordu. İnsanların çoğu işte bu sarı çizgi üzerinde yan yana ip gibi dizilmişlerdi. Kimileri derin bir sohbete dalmış arada sırada trenin geleceğe yöne bakıyor, kimileri ise gözlerini trenin geleceği taraftan bir an olsun ayırmadan sabırsızlık ile treni bekliyorlardı. Sabahın bu saatlerinde ayakta olmaya alışık olmayan ufak çocuklar çantaların, çuvalların üstüne kıvrılmış, derin bir uykuya dalmışlardı.

Kalabalığın arasında yaşlı bir teyze dikkatimi çekti. Altı yedi yaşlarında bir çocuğun boylarına ve kilosuna denk görünüyordu. Altında basma çiçekli şalvarı, sırtında gömleği ve yeleği vardı. Başında da beyaz renkli bir yazma bağlıydı. Gömleğinin kollarını sıvadığı için açıkta kalan yerlerde bir deri bir kemik kalmış bilekleri görünüyor, dudaklarının büzük halinden dişlerinin olmadığı anlaşılıyordu. Esmer kırışık yüzünde ve büyük burnunda, ileri yaşından kaynaklı kahverengi lekeler vardı.

Kendisinden büyük, beyaz renkli bir çuvalı sırtlamış götürüyordu. Nedendir bilmiyorum ama üzüldüm ve teyzeye yardım etmeye karar verdim. Valizleri filan arkamda bırakarak teyzeye doğru yürümeye başladım. Bu mahşer yeri gibi kalabalık yerde bir Allah'ın kulunun da çıkıp şu zavallı kadına yardım etmemesine acayip sinirlenmiştim. Taşımak için yük aranan hamalları gördüğümde içimden öfke ile söylenmeye başladım. 'Ne var yani, akşama kadar bir sürü yük taşıyorsunuz, şuncacık kadının bir çuvalını, 2 adımlık yere götürseniz bir şeyleriniz mi eksilirdi?'

Yaşlı teyzenin yanına varınca alacağım hayır dualarından emin bir şekilde hemen çuvalını tuttum ve kendime doğru çekerken:

"Teyze dur yar..." dedim ama cümlemi tamamlayamadan teyzenin elleri kafama, omuzlarıma filan vurmaya başladı ve dişsiz ağzından dolayı yarım, cılız çıkan kelimeleri ile:

BİR ŞEHRİN HİKAYESİ(Tamamlandı.)Where stories live. Discover now