3.5. - EV

10 0 0
                                    

Sınıfın derin sessizliğinde, ders anlatan bir öğretmen gibi atların takır tukur nal sesleri ortama hâkimdi. Öğretmenini dikkatle dinleyen öğrenciler gibi hiç birimizden çıt çıkmıyordu. Kafası annemin omzuna düşen babam sessizce uyuyordu. Annem, çantasından çıkardığı bir romana dalmış gitmiş şimdi başka bir dünyada yaşıyordu. Hemen yanımdaki Hacı'nın ağzı sürekli çalışıyordu. Yanında duran çıkını sanki sihirliymiş gibi elindekini bitirdiği vakit, elini çıkına daldırıyor ve yiyecek başka birşey çıkarıp yemeden önce bana uzatıyordu.

Manzaraya sarı ve kahve renkleri hâkimdi. Geçtiğimiz yerlerde boş boş duran tepeler, araziler hep sarı otlar ile kaplıydı. Bazende tek tük ağaçlar da görünüyordu. Biraz sonra yerleşim yerlerine yaklaştığımızın göstergesi tarlalar ortaya çıktı. Güneşin altındaki buğday tarlaları, parlamaları ile altın hasat verecekleri hissini uyandırıyordu. Ay çekirdekleri ise önemli kişileri karşılamaya gelen insan topluluklarını anımsatıyordu.

Tarlalar arasında az biraz ilerleyince, en fazla 20 hanenin bulunduğu bir köye vardık ama görünürlerde kimsenin olmadığı bu köy Yeşilli değildi.

Küçük köyü geride bıraktığımız vakit, yeşil ile sarının kavgası da başladı. İlerledikçe ağaçlar kümeler oluşturmaya başlıyor, tarlalar yeşil ekinler ile doluyor ve bu kavgada yeşilin galibiyeti açıkça ortaya çıkıyordu. Biraz daha ilerleyince bu yeşili doğuran anayı da gördük. Kızılırmak geniş yatağında hızla akıyor, yorulduğu bazı yerlerde ise yavaş yavaş ilerliyordu.

Biraz daha ilerleyince, Kızılırmak yol arkadaşımız oldu. Yolun sağ yanında akıyordu. Diğer yanında ise sarı otların hüküm sürdüğü, alçak tepeler vardı. İlginç bir görüntüydü. Kızılırmak'ın bulunduğu sağ taraf çeşit çeşit ağaçlardan, çimenlerden, yeşilin hâkimiyetinde iken, sol taraftaki tepeler ise kuru toprak ve kuru otlardan ibaretti. Üzerinde ilerlediğimiz bu yol, sanki sarılar ülkesi ile yeşiller ülkesinin sınırını belirliyordu.

Yolumuz sola doğru döndüğü vakit, köprü ile karşılaştık. Kızılırmak'ın tam üstünden geçen, 20-30 metre uzunluğunda, betondan yapılma bir köprüydü. Üzerinden ancak bir aracın geçebileceği genişlikteydi. At arabası üzerinden geçtiği vakit, gözlerim köprüden aşağı kaydı. Kızılırmak sanki büyük bir gizemi, sırrı taşıyormuş gibi bulanık çamur rengindeydi. Ne sırlarını anlaya biliyordunuz ne de derinliğini belli ediyordu. Paçalarımı sıvadığım zaman, bir ucundan diğerine, rahatlık ile geçebilirim gibi görünüyordu. Koca Yusuf, sanki düşüncelerimi duymuş gibi:

"Bakmayın böyle sığ gözüktüğüne, altımızdaki araba ile bir kıyısından girsek, diğer kıyısından çıkamayız. Çoğu yerinde de bataklık gibidir. İnsanı içine çeker." Dedi.

Köprüyü geride bıraktığımız anda sanki bildiğimiz dünyayı arkamızda bırakmış ve bambaşka bir gezegene giriş yapmışız gibi hissettim. Burası yeşiller ülkesiydi. Yolun her iki yanında muhafızlar gibi sıralanan, koca koca kavak ağaçları dikiliyordu. Güneş dahi yolumuza giremiyordu. Ağaçların arkaları, yemyeşil çayırlar ile kaplı, tarlar yemyeşil ürenler ile doluydu. Soluduğum hava, taze yeşil kokuyordu. Bu güzelliğin içinde, on dakika daha ilerledikten sonra yeşilli köyünün ilk haneleri görülmeye başladı. Biraz sonra da köyün merkezine doğru yol alıyorduk.

Dört beş tepenin arasında uzanan düz bir alanı, köyün merkezi işgal ediyordu. Bu düz alan, dar ama uzundu. Köyün haneleri bu düz alanı oluşturan tepelerin üzerine yayılmıştı. Bu tepelere çıkan yollar, düz alandan kollar gibi ayrılıyordu ve oldukça dik yokuşlardı. Zorlasa, kasaba olabilecek büyüklükte bir köye benziyordu. Köyün her tarafından kocaman, dev mızrakları gibi yemyeşil, upuzun kavaklar yükseliyordu. Yeşillik köyün tek hâkimiydi. Her çeşit ağaçtan, gözün gördüğü her yerde vardı. İsmini sonuna kadar hak eden bir köydü. Koca Yusuf:

BİR ŞEHRİN HİKAYESİ(Tamamlandı.)Where stories live. Discover now