Dokuz: Hurdalık Cenneti

2.7K 238 3
                                    

Öğle yemeği paketimi alıp kulübenin etrafında Daniel için bakındım ama tanrım burası o kadar sıcaktı ki gözlerim bile eriyebilirdi. Bu lanet şezlonglar neden sürekli kırılıyor, şaşırmamak gerekiyordu doğrusu.

"Daniel?" Kulübenin içinde ona seslendim. Biraz ahşap sesini çıkardığı sesi duyunca yukarı baktım.

"Hey," dedi merdivenlerin olduğunu bile fark etmediğim köşede duruyordu. O yukarı çıkarken adımlarını takip ettim. Ne kadar süredir burada çalışıyordu acaba? Her yeri biliyormuş gibi bir havası vardı.

Kulübenin üst katı, aşağıya göre oldukça daha serindi. Yine de ben günahlarlara layık olduğunu düşünüyordum ama Daniel kurumuş tahta bir kapıyı açınca rüzgar yüzüme çarptı.

Öğle yemekleri için hiç de fena bir yer değil.

Okyanus karşımızda duruyordu. İnsanlara buradan bakınca küçücüklerdi. Burası bir terastı. Etrafta saksıda birkaç kaktüs, kırık da birkaç tane şezlong vardı. Terasın en önünde- güvenlik için herhangi bir mermer ya da çit olmadığı için bana güçlü bir kaygı bozukluğu yaşatacak kadar önünde hem de- üstüne minderler tutturulmuş bir şezlong vardı.

Ben etrafı incelerken Daniel yanına bir tane daha çekti. Bir minderi diğerinin üstüne koydu ve eski olanınkine uzandı. Ben hala etrafı incelerken o bana dönüp, yanına oturmam için mindere elini vurdu.

"Gelmiyor musun?"

Yavaşça şezlonga oturdum. Gökyüzü ile okyanus sanki birleşikmiş de güneş onları ayırmış gibi aynı renkteydiler. Pırıl, pırıl berrak bir hava vardı. Yerime bakan cankurtaranın koltuğu bile buradan daha kısaydı. Çocukların kahkahaları, insanların sesleri, uzaktan gelen yaz havasında bir müzik...

Burası için belki de insanlar yüzlerce dolar verebilirdi. Gördüğüm en güzel yerlerden birinde olduğumu itiraf ettiğim için kendimi kötü hissettim, çünkü bu hem bu kadar yakınımda olduğum bir yere kör hem de dünyaya kapalı olduğumu gösteriyordu.

Ama büyülenmiştim. Ortamızdaki şemsiye o kadar büyüktü ki, bacaklarımdan başıma kadar gölge ve serinlik içinde kalabiliyordum.

Kim bu yıkık dökük harabenin bu kadar güzel olabileceğini düşünürdü ki?

"Eğer," ded Daniel sandviçinden bir ısırık aldıktan sonra portakal suyunu kafasına dikti. "Tamamen uzanırsan, tek gördüğün okyanus ve gökyüzü oluyor. Rüzgar yeterince güçlü olursa uçtuğuna bile inanabilirsin."

"Burayı nasıl keşfettin?"

"Yüzme bilmediğin halde bir beachde çalışmak istediğinde ağır işler verebiliyorlar. Kırık ya da bozuk şezlongları buraya taşıyorum."

Manzaradan gözlerimi çekip ona baktım. Bol, incecik tişörtünün içinden rüzgar giriyor kimi zaman göğsünün küçük bir kısmını gösteriyordu. Zincirli, uzun bir kolye takıyordu fakat hep tişörtünün içindeydi.

Tatlı meltemle havalanıp, aşağı inen bukleleri bugün ya yine bir tarama girişiminden ya da arabada camları açık bırakıp rüzgar yemesinden dağınıktı. Bazı bukleler çok belirgin, bazılarıysa sadece bir küme halindeydi.

"Yüzme bilmiyor musun?"

"Hayır."

Bazen sarkastik miydi yoksa ciddi miydi anlamak güç oluyordu. Bu yüzden ciddi mi diye yüzünü süzmeye devam ettim. Sandviçini yemekle meşguldü ancak gözlerimi ona dikip baktığımı hissedince yavaş yavaş bakışlarını bana çevirdi.

"Ne?"

"Californialısın ve gerçekten yüzme bilmiyor musun?"

"Evet."

"Ama... neden?"

Sandviçinin neredeyse yarısını bir hamlede yutup, portakal suyunu son damlasına kadar içti. Sonra da yaptığı çok normal bir hareketmiş gibi ikinci sandviçini açmaya başladı.

Bense hala elimde bir ısırık bile almadığım elmamı tutuyordum.

"Öğretecek kimse yoktu. Ben de kendim öğrenmeye cesaret edemeyecek kadar korkaktım." Birden hayali bir şeyler hesaplıyormuş gibi gözleri havada gezindi. "Hey, belki de sosyal açıdan bu kadar yeteneksiz olma nedenlerimden biri de göl partilerine küçükken hiç gitmememdi. Adi Los Angeleslılar."

Sandviçini yemesini bir süre izledim. Sonunda muhtemelen kendini kötü hissettiğinden- ama oldukça isteksiz- ekmeği bana uzattı. "İster misin?"

"Ah hayır, teşekkürler."

"Oldukça lezzetlidir."

"Diyetteyim."

Gözlerini devirip güldü. "Kızlar..."

"Gerçekten yüzmeyi bilmiyor musun?"

Başını iki yana salladı. Yemeğini bitirdikten sonra geriye yaslanıp gözlerini kapatınca kahverengi kirpiklerinin karşısında şaşkınlığım iyiden iyiye arttı.

"Sana öğrenebilirim."

Güldü. "Tabii."

"Ben cankurtaranım!"

"Beni boğmayacağını nereden bileceğim?"

Sandviç ambalajlarından alıp birini top yaptım ve hiç düşünmeden yüzüne attım. Pek tepki vermedi ama ambalajı yüzünden alıp ortadaki küçük, plastik, beyaz masaya koydu.

"Çünkü kölemsin."

"Bu biraz ırkçı oldu."

"Sen beyazsın."

"Tamam!" Pes edip ellerini havaya kaldırdı. "Tamam, kabul. Şimdi," saatine bakıp tekrar gözlerini kapattı. "Lütfen kalan on beş dakikalık molamızı huzur içinde geçirebilir miyiz?"

If This Is LoveWhere stories live. Discover now