kırk beş

423 70 11
                                    

O an aklımdaki tüm endişeler anlık olarak vücudumu terk etmişti ve sadece elimdeki mesaja bakabiliyordum. Jimin yazmıştı. Öyleyse Jimin uyanıktı. Peki iyi miydi? Annesi yanında mıydı? Onu ziyaret etmek istiyordum.

Ekranda gözüken sesli aramayı bir telaşla açtım ve titreyen elimi sakin tutmaya çalışarak telefonu kulağıma yasladım. Gözyaşlarım istemsizce süzülmüştü yine. Her ne kadar Jimin'in iyi olacağına hep inanmış olsam da içimdeki o istemsiz şüpheyi gizleyemiyordum ancak şimdi iyi olduğunu duymak ilaç gibi gelmişti.

"Hemen hastaneye geliyorsun," diyen sert sesi bile benim içime bir su serpmiş, stresimi kat kat azaltmıştı adeta.

"T-tamam... Geliyorum. İ-iyisin değil mi?"

"Değilim. Gel hemen," dedikten hemen sonra yüzüme kapanan telefona öylece bakakalmıştım.

Onu sinirlendirmiştim. Büyük ihtimalle uyandığı ilk gün duymak istediği haber bu ses ya da görmek istediği ilk mesajlardan biri de HanGyeol'ün çevirdiği işlere dair kız arkadaşının gidip de çektiği bir video ve birkaç fotoğraf değildi ama böyle olmuştu. Buna dair olan moral bozukluğunu tahmin edebiliyordum. Onu incittiğimin de gayet farkındaydım.

Kim bilir yanına gidince ne kadar kızacaktı bana. Kızmalıydı da. Hak ediyordum diyeceği şeyleri. Kızmasını. Hayatını mahvettiğim için bana bir kere daha kızmalıydı. Annesi de orada olsa, onların düzenini bozduğum için o da kızmalıydı. Hatta beni doğduğuma pişman etmeliydiler.

(...)

Odasının kapısının önünde öylece donup kalmıştım. Elimi kapısının koluna götürmek için kaldırmıştım ama hissettiğim sıkıntı ile öylece kalmıştım.

Onu görmeyi hak ediyor muydum ki? Uyandığı zaman ona daha huzurlu bir karşılama sunmalıydım; gereksiz aksiyonlarla dolu bir ortam değil. Zaten yorgundu, bir de endişeye düşürmüştüm onu. Şimdi yanına gidince bana neden oraya gittiğimi soracaktı, ardından elimdeki ateli görüp bunun sebebini sorgulayacaktı; bunların sonucunda HanGyeol onun için daha büyük bir problem olacaktı. Zaten hasta olan bünyesi için daha büyük bir endişe... Onu yormaktan başka bir şey yapmıyordum. İyi bir kız arkadaş değildim ve Jimin bunu kabul etmiyordu. Etmesi gerekiyordu ama etmiyordu ve etmeyecekti de. Onu sadece yorduğumu ve kendisi için de ailesi için de kocaman bir eksi olduğumu asla anlamayacaktı.

Bir adım geriledim, Jimin'e uğramadan çekip gitmeyi de düşündüm. Ancak hastane odasının açılan kapısının ardından alnını kapatan saçları ile birlikte gözüken Jimin benim olduğum yerde kaskatı kesilmeme neden olmuştu. Diyeceklerim boğazıma dizilmişti. Düşüncelerim bir kavşaktan dönerken birbirlerine çarpmışlardı. Jimin'in sert bakışları benim kafamda birkaç delik açarken tek yapabildiğim öylece ona bakmaktı. Ne tepki vermem gerektiğini bilmiyordum. Ayağa kalktığı için sevinmeli miydim, HanGyeol ile olan mevzuları karıştırdığım için çekinmeli miydim kestiremiyordum. İki kararın arasında sıkışık kalan beynim en iyi kaçış yoluna sığınmıştı: donmak.
Eğer avcıdan kaçamıyorsan ölü taklidi yap modundaydım şu an.

"Yarım saattir kapıda dikiliyorsun," dedi Jimin çatlak sesi ile. "...içeri geçecek misin artık?"

Evet, sesindeki o tehditkar tonu da hissettiğime göre artık dediklerini uygulayabilirdim.

Başımı eğip çekingence yanından geçtiğimde burnuma dolan parfüm kokusundan çok uzak olan hastane kokusu ile genzim yanmıştı. Yine de hafiften havada asılı kalan Jimin'n kokusu yumuşatmıştı bu yanmayı.

Aslında Jimin'e kocaman bir kucak vermek, kokusunu içime çekmek ve onun acılarını dindirmek için elimden gelen her şeyi yapmak istiyordum. Ancak aramıza istemsizce giren soğukluk tüm bu isteklerime engel oluyordu.

paperplane || park jiminWhere stories live. Discover now