altmış iki

409 57 14
                                    

"Hayır, ne yazık ki, ben de bilmiyorum," dedim benimle görüşmeye gelen Jimin'in annesine. Elbette annesi ağımdan dökülen bir kelimeye bile inanmıyordu. İnanmasa bile artık en son çare olarak sormaya gelmişti çünkü benim ulaşamadığım gibi, o da oğluna ulaşamıyordu. İkimiz de bilmiyorduk. İki gündür ben de Jimin'in babasını arayarak sürekli rahatsız ediyordum ama o da bilmiyordu. Endişeden sinirlerim bozulmuştu, deliriyordum. Jimin öylece kayıplara karışmıştı ve kimsenin ondan asla haberi yoktu.

Başına bir şey gelmiş de olabilirdi. Öylece başını alıp da gidecek çok bir yeri yoktu. Beklediğim şey babasının yanına gitmesi olurdu ve eğer orada olsaydı da babası bana yalan söylemezdi. Bilirdim orada olduğunu. Ayrıca, Jimin bana daima ulaşırdı ancak ulaşmıyordu. Ulaşabilecekken bile ulaşmıyorsa, bir terslik vardı.

"Biliyorsun, HyeRim. Yalan söyleme bana!"

Annesi de tabii bu dönemde ekstra hassaslaşmıştı. Bana bağırıyordu. Müdür yardımcısı da odasının içinde bana bağıran annesini sakinleştirmek için çözüm sunmayan kelimeler sunuyordu. Bir anne çocuğuna ulaşamıyordu ve hemen karşısında da tüm içtenliğiyle nefret ettiği biri duruyordu. Elbette birazdan beni saçımdan tutup sürükleyecekti.

"Bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Ben de sizin kadar merak ediyorum nerede olduğunu ama bana asla ulaşmadı. Tüm arkadaşlarıyla konuştum. Busan'dakilerle de konuştum ama kimse gerçekten bilmiyor-"

Şans eseri hırkamın cebindeki telefon titreştiğinde bir umuta elime alıp kontrol etmiştim ama annemden başkası değildi arayan. JungKook'un aramasını istiyordum içten içe. Bir anda Jimin'in orada onlarla beraber olduğunu, bu yüzden endişelenmemem gerektiğini söylemesini istiyordum. Daha çok ihtiyacım vardı bunu duymaya. Bir tanıdığın beni iyi bir haber vererek kafamda dönen milyonlarca kötü senaryodan çekip çıkarması gerekiyordu. Ama kimse bunu yapmıyordu.

Sanırım Jimin'i gördüğüm ilk an bana haber vermediği için kızarak ağzına sıçacaktım. Kimseyi bu kadar endişelendirmesi akla mantığa uygun değildi. Gerçekten kızacaktım. Cidden. Bağıra bağıra.

"Kim o? Jimin değil mi? Bak nasıl da saklıyorsun!" dedikten sonra elimdeki telefon aniden Jimin'in annesinin eline geçtiğinde artık tüm bunları kaldıramamanın verdiği ağırlık omuzlarıma çöktü.

"Hayır. Arayan annem," dedim ekrana bakmasını işaret ederek. Annem aramayı sonlandırdığında ekranım tekrardan karanlığa bürünmüştü. Ancak karşımdaki kadının suratında alaycı bir sırıtış vardı.

"Annen? Senin?" dedi ve elindeki telefonumu az önce kalktığı koltuğa attı. "Kim bilir o kadın da yalandır... Hayatın yalan senin, hayatın yalan!"

"Gerçek annem," dedim sakin kalmaya çalışarak. "Tek başıma yaşamış olabilirim ama hayır, arayan gerçek, öz annem ve onunla yaşıyorum," dedikten sonra derin bir nefes aldım. Kendimi sakin tutmaya özen gösteriyordum. Karşımda dikilip de hayatımı bağıra bağıra eleştiren kadına karşı ne olursa olsun saygımı korumaya çalışıyordum. Korumam gerekiyordu çünkü. Benim yaptığım bir saygısızlığı il bana daha da sert döneceğini biliyordum çünkü.

Ortamı bir sessizlik kaplarken ben sadece sakin sakin soluklanıyordum. Yapacak pek bir şey ya da diyecek pek bir şey yoktu. Elimden tek gelen her gün yaptığım gibi herkesi arayarak Jimin'i sormak ve eğer bir haber alamazsam da çaresizce beklemekti. Ben de delicesine merak ediyordum Jimin nerede, ne yapıyor, iyi mi, başına bir şey mi geldi diye ama annesini inandırmak imkansızdı. En azından annesini benim inandırmam imkansızdı. Benim gibi birini hayatta inanmazdı. Her ne kadar oğluyla çok zaman geçirmiş olsam da, oğlu bana duygularını açmış olsa da, benim düşüncelerim, benim kelimelerim ve benim varlığım Jimin'in annesi için asla bir anlam ifade etmiyordu.

paperplane || park jiminWhere stories live. Discover now