elli beş

444 54 15
                                    

"Jimin-ah!"

Güzel bir kız sesi koridorda yankılanırken bakışlarımızın bir süredir kesiştiği Jimin vücudunu sesin geldiği tarafa çevirmiş, kendine koşa koşa gelen kıza kollarını açmıştı. Kız uzun, dolgun saçlarını savurarak kollarının arasında yerleştiğinde ikisinden de gelen kıkırdamalar kulağımdan giriyor, beynimin her kıvrımına işliyordu.

Kız ona sıkı sıkı sarılırken Jimin öylece onun saçlarını okşuyor, kolları arasında heyecanla tepelenen kız kıkırdıyordu. Mutlu gözüküyordu. Neşeliydi, huzurluydu ve ben umrunda değildim. Kızı görüp ona sarıldığında aklından tamamen uçup gitmiştim. Ne kadar değersiz olduğumu bir kere daha, sadece bu sefer daha da pekiştirilmiş olarak hissettiğimde kendimi gömmek istedim. Jimin beni sonunda başarıyla gömmüştü, ben de kendimi gömmeliydim artık. Görmek istediğim sahneyi görmüştüm; onun artık aradığı mutluluğa ulaştığını biliyordum. Öyleyse neden gülemiyordum? Neden sakin sakin uzaklaşamıyordum da donup kalıyordum? Neden gözlerim acı acı doluyordu? Pes etmek neden zor geliyordu?

Boynumdaki kolye aniden kendini yere bıraktı ve yere çarparak ince bir tını çıkardı. Üçümüzden başka kimsenin bulunmadığı bu koridorda yankı yapan ses sanki ikisine de ulaşmamıştı. Benim kulağımı acıtmıştı oysa ki... Kendi evrenlerindeydiler. Mutluydular. Jimin, sonunda hak ettiğine kavuşmuştu.

"Oh, sizi çifte kumrular!"

Jimin'in annesi aniden ikisinin önünde belirdi, ellerine bir davetiye uzattı. Bunu gören ikili şaşkınlıkla karışık bir neşe içinde davetiyeye bakarlarken Jimin'in babası arkadan alkış tutmuştu. Ellerindeki davetiyenin ne olduğunu anladığım an daha da çekildim içime. Annesinin onayladığı, sonuna kadar desteklediği ilişkinin mühürü gibiydi.

Göz kırpmamla beraber Busan'daki evimde buldum kendimi. Kapının yanında, camın altına çömelmişim. Yorgunum, ölüyorum uykusuzluktan. Biraz zorlayıp koltuğa gidebilirim ama çabalamıyorum bile. Ben de hak ettiğim noktadayım. Sonunda o noktadayım. Üstelik daha bir ay bile olmamış...

(...)

Bir haftanın sonunda hastaneden ayrılıyordum. Normalde tedavi daha uzun sürecekti ancak annemi ikna etmiştim ve fiziksel olarak da daha iyiye gittiğim için Incheon'da kontrole devam etme kararı almıştık. Mental olarak bok gibiydim ama azıcık zorla gülümseyerek etraftakileri ikna edebiliyordum.

Ve bu haftadır Jimin'den de hiç haber almamıştım. Bir ilişkiyi bitirdiğimizi cidden hissediyordum ve onu da özlüyordum. Her gün yanımda olmasını ve sarılmasını istemiştim ancak önüne kendi kendime engel olduğum bir şeyi istemenin saçmalığı dürttü beni. Böyle hissedeceğimi biliyordum zaten. Verdiğim kararlar mantığa uygun olsa da duygularıma ters düşüyordu. Ama bu sorun değildi. Hayatım boyunca istediğim şeyleri yapamamış olmanın duygusuyla yaşamıştım. Sadece bu seferki çok daha ağırdı. Diğerlerine alışmıştım ancak buna alışamayacağımı biliyordum. Hayatım boyunca annemin ya da babamın yokluğuna nasıl alışamadıysam, buna da alışamayacaktım. Bununla yaşamayı öğrenecektim, ya da hiçbir şey hissetmeyecektim.

"Kötü hissettiğin an söylüyorsun!" dedi annem sesini katı tutarak. Kemeri takarken gülümsedim ve onayladım annemi. Sürekli arabada gitmek yorucu olacaktı ancak bir şekilde atlatacaktık.

Benim hissettiğimden daha kötüsünü hissediyordu belki de annem. Benim aksime ihanete uğramıştı, isteyerek bitirmemişti ilişkisini. Beklediği bir şey değildi ama başına gelmişti. Sonuç olarak artık ikimiz de yalnızdık. Belki de düzgün ilişkiler ikimizin de kaderinde yoktu. Olması gereken yola çıkmış olabilirdik. Her ne kadar acıtsa da belki de cidden, olması gereken buysa, doğru yoldaydık. Üzülmek, kenara atılmak, önemsenmemek belki de bizim lanetimizdi.

paperplane || park jiminWhere stories live. Discover now