otuz iki

1K 103 54
                                    

"Vay canına! Bu kolye Jimin'inkine çok benziyor! Busan'da bu tür kolyeler meşhur olmalı," dedi sınıfımdaki kızlardan biri yanıma gelip kolyeme doğru eğilerek. Aniden çıkışması ile yerimde sıçramış, sonra da ortaya koyduğu düşüncesine sırıtmıştım.

"Hayır. Pek popüler değil aslında," dedim omuz silkerek. Kız elini masama koyarak dudaklarını büzdü. Yaka kartına çevirdim bakışlarımı. JungByeol. Bu ismi hatırlayacağım.

"O zaman tesadüf olmalı. Yalnız ipine kadar aynı. Aynı yerden almış olmalısınız," demesiyle dudaklarımı birbirine bastırarak omuz silktim.

Jimin'le aynı sınıfta olmamam büyük şanssızlıktı. İsterdim her ders yüzünü göreyim, derse odaklanmakta zorluk çekeyim falan... Farklı sınıflardaydık ama. Sınıfını da bilmiyordum, biraz koridorda dolanmam gerekecekti anlaşılan.

Kıza selam verip sıramdan kalktım. Üstümdeki okul formasını düzeltip elim kolyemde, sınıf kapısına doğru ileelemeye başladım. Kapıdan dışarıya adım attım, koridorda gezdirdim gözlerimi. Onu okula girerken de görmemiştim, sınıftan çıkınca da. Bir an önce görmek istiyordum. Ya okula gelmediyse? Gelmemiş de olabilir. Ama cidden... Ne zaman göreceğim onu?

Nerede olabilir diye düşünürken aklıma aniden okulun basketbol takımında olduğu gerçeği geldi. İlk dersti ama ne fark eder? Jimin bu. Her an orada olabilir. En azından onu görebilmek için şansımı zorlamalıyım.

Okuldaki ilk teneffüsüm ve çaresizce aşağıda olduğunu tahmin ettiğim spor salonuna ilerliyorum. Ayrıca ders zili çalmadan sınıfa geri dönme stresi var içimde.

Okulun bahçesi çok büyük, adeta bir kampüs. Ancak ayrı bir spor kompleksi de görmedim. Okulun içinde olmalı spor salonu, diye kendi düşüncelerime ve gözlemlerine güvenerek adımladım aşağı. Birinci kata geldiğim sırada duvarda asılı olan tabelaya baktım, her katta yaptığım gibi. Bu sefer istediğime kavuşmuştum.

Spor salonundaki arka, tribün girişini gösteren okun yönünde koridor boyu ilerledim, adımlarımı hızlandırmıştım. Zil çalmadan önce bir umutla oraya girmek ve izlemek istiyordum.

Kapının önüne geldiğimde koridorda beni inceleyen gözleri umursamadan yavaşça ittirdim kapıyı. Kafamı önce içeri soktum, koltukların üstündeki ışığın yanmıyor oluşuna sevinmiştim. Sahadaki birkaç formalı kişide umutla gezdirdim gözlerimi.

Ah... Oradaydı işte. İlerlemiyor, hemen ayaklarının ucunda basketbolunu sektiriyor, bir elinden diğer eline alıp duruyordu. Diğerleri harekete geçmişken o elindeki topu en sonunda boşluğa doğru attı.

Onu orada gördüğüme güvenerek içeri girdim ve sessizce kapattım kapıyı. Benim aksime birkaç kişinin daha oturup orayı izlediğini görmemle birlikte rahat adımlar attım. Plastik koltuklardan birine oturduktan sonra sahada kendi kendine takılan Jimin'i izlemeye koyuldum.

Kahverengi saçları dağılmıştı. Öylece elini saçlarına geçirerek adımlarını yere sürterek adımlıyordu. Yüzüne renk gelmişti, evvelsi güne göre daha iyi ve canlı gözüküyordu. Boynundaki kolyeyi de görebiliyordum, formasının üstünde öylece onun hareketlerine ayak uyduruyordu. Vuran büyük spot ışıkları ona belli bir açıyla çarptığında parlayan kolye adeta bana göz kırpıyordu. Hoşuma gidiyordu bu. İkimizde de sembolik bir şeyin bulunması, bu şeyin bir o kadar da anlamlı olması bana cidden bir güç sağlıyordu.

Koçları olduğu giyiminden ve elindeki düdükten de anlaşılan kişi düdüğe üfleyip tüm salonun kulağını inlettiği sırada çocuklar hemen ellerindeki topu bırakıp yere oturmaya başladılar. Jimin öylece koçunun yanına ilerliyordu. Ayaklarını yere sürtüyor, ne kadar halsiz olduğunu adımlarına yansıtıyordu. İzin alır gibi bir hali vardı. Parmaklarının soyunma odasına gittiğini düşündüğüm kapıyı işaret ettiğini gördüğüm an nefesim boğazıma dizildi.

paperplane || park jiminWhere stories live. Discover now