otuz bir

1K 104 86
                                    

"Öyleyse, görüşürüz..?" Dedim otelin ara sokağından çıkarken. İkimiz de istemsizce adımlarımızı durdurmuş, gözlerimizi kilitlemiştik. Gitmek istemiyorduk ikimiz de, ama yapılması gereken şeyler, baştan savılması gereken bazı gerginlikler vardı. Artık yakındık. Üzülmeye gerek yoktu. Daha fazla gözyaşı dökmeyecektim. Huzurlu bir şekilde ayrılacaktık buradan.

"Dikkatli git prenses," dedi ve bana doğru adım adım yaklaşarak aramızı kapattı. Elleri omuzlarıma gelmiş, güven verici şekilde kavramıştı. Buradan bir taksi tutup annemin evine gidecektim. Saat erkendi, evet, belki de biraz saygısızlık olacaktı bu yaptığım, ancak burada kalamazdım tek başıma. Ne ben, ne de Jimin güveniyordu bu sokağın tenhalığına.

"Sen de Jimin-ah," dedim ve elimi onun beline götürerek sweatshirtünü kavradım. Bana doğru eğildi, yine ve yine beklemediğimi yaparak dudaklarını anlıma değdirdiğinde sırıttım, her gün böyle bir sabah yaşamak istiyordum onunla. Hava soğuk olsa da ısıtan o öpücüğü hissetmek istiyordum. Her gün, her an.

Dudakları alnımdan uzaklaşıp kolları bedenime son kereliğine dolandığında sweatshirtü ile bir örtüymüşcesine beni sarmalamasına karşılık sadece kendi kendime sırıttım. Deliriyordum adeta. Hep beni kolları arasına alsın diye nelerimi vermezdim, cidden.

"Ağlamak yok bu sefer! Ben de Incheon'dayım. Mutlaka buluşacağız," dedim neşeyle. "Evet, Hye, evet... Her şey düzelecek."

"Düzeltmek bizim elimizde değil mi nasılsa? Elbette düzelir!"

Bayağı umut doluydum bugün. Onu da neşelendirdiğimi bilmek beni daha iyi hissettiriyordu. Gerçekten, ağlamadan uzaklaşacak olmamız iyi hissettiriyordu.

"Telefonumu aldığımda sana mesaj atarım," dedi ve benden uzaklaştı. "O zamana kadar beni arama. Tamam mı? Yakalanmayalım," demesiyle birlikte başımı salladım.

"Lütfen dikkatli git," dedi ellerini sonunda omzumdan da indirerek. "Sen de. Ben taksiye atlayıp gideceğim zaten. Sen üşümeden gitmeye dikkat et," dedim üstündeki sweatshirte güvenerek.  

Adım adım birbirimizden uzaklaştık sonra. Ağlamayacaktım sözde, nedense zordu işte kensimi tutmak. Aramıza giren her adımla beraber birer birer damlalar gözümden düşüyordu. Hemen elimle ittirdim. Gözyaşlarını görmesini istemiyordum. Uzakta olsak da kızarıklıklardan anlardı eminim ki.

Başımı çevirip ona baktığımda onun da adımlarken bana baktığını görmüştüm. Hafifçe sırıttım. O ise o sonra da gözlerinin altını ellemiş ve 'yapma' dercesine işaret parmağını sallamıştı. Ağlama sakın, diyordu aslında. Dişlerimi göstererek gülümsedim bu hareketine. Zıpladı ve el salladı, adımlarımı yavaşlatıp ben de ona el salladım ve ondan önce önüne dönen ben oldum. Gördüğüm taksiye bakarak bıkkın bir nefes verdim. İyi olacak.

(...)

Annem sabahın erken saatlerinde evine gelmemi hiç sıkıntı olarak görmemiş, uykum varsa yatabileceğimi söylemişti. Kapıyı açtığında gördüğüm ev kıyafetli olan anneme neşeyle sarılmış ve hüngür hüngür ağlama isteğimi bastırmıştım. Jimin'den uzaklaştığım için ağlamak istemem bir yana, annemle aynı evde vakit geçirecek olmanın verdiği gerginlikle karşılık neşe de mutluluktan ağlatacaktı beni.

Aileme, en azından anneme ve üvey sayılan babama karşı nasıl davranmam gerektiğini öğrenmeye çalışıyordum internetten. Daha önce öğretmenleri ve amcası dışında bir yetişkinle iletişim kurmayan ben, elbette elimdeki şimdilik tek kaynak olan internete güveniyordum.

Amcamlara karşı hep saygımı korumuştum, saygı mıydı bu gerçi emin değildim. Sadece hep başımı eğik tutmuş, dedikleri her şeyi yapmış, hatalarıma karşılık azarlarını çekmiş ve çenemi kapalı tutmuştum. Çocuktum, bir şey demiyordum da. Diyemiyordum da. Ne demem gerektiğini bile kestiremezken, o an yaşadıklarımın normal olduğunu sanıyordum. Her çocuk böyle yetişiyor, her günleri böyle geçiyor sanıyordum. Sadece kuzenlerimi ayrıcalıklı biliyordum, aramızda bir ayrımcılığın olduğu açık ortadaydı çünkü.

paperplane || park jiminWhere stories live. Discover now