Korku

2.6K 216 507
                                    

Gece- Yarım

Telefon bir yerde ben yerimden bir santim bile kıpırdamamış duruyorduk öyle. Kaç saat geçmişti? Saat miydi geçen? Dakika mıydı? Beynim çalışmayı durdurmuş gibiydi şu an. O kadar çok düşünmüştüm ki son birkaç saatte kendini Barış'la konuşmaya kadar koruyabilmişti sadece. Böyle biteceğini asla tahmin etmediği konuşmaya kadar...

Kolay olacağını düşündüğümden değildi tabi ki. Ya da her şeyin, bu kadar süredir çektiklerimizin, böyle benim tek ağlamamla biteceğini düşündüğümden de değildi. Barış'ın kırgınlığını da kızgınlığını da anlıyordum. Anlıyordum çünkü tam da aynısını hissediyordum içimde. Aynı kırgınlık vardı, aynı kızgınlık. Barış'a karşı değil ama, kendime karşı. Belki biraz da Barış'a karşı. Çabalamalıydı biraz daha diyordu bir tarafım çünkü. Ama ağır basan tarafım izin mi verdin ya da izin mi verecektin ki diyordu. Haklıydı da. O yüzden kendime biraz daha fazla kızıyordum.

Yine de bu şu an koltuğun dibine çökmüş kıpırdamadan ağlamama engel olmuyordu. Çünkü beklediğim bu kadar kolay olmasa da bir şeydi sonuçta. Herhangi bir şey... Belki bir küçük özlem kırıntısı, belki bir küçük affetme belirtisi, ya da kızgınlık. Ama bir şey, telefonun kapanması değil. Canımı olduğundan daha çok acıtan hiçbir ses gelmeden kapanan telefondu sanırım. Ne Barış'ın beni affetmemesi ne başka bir şey. Hiçbir şey demeyecek kadar kızgın olması, ya da kırgın, ve bu yüzden yüzüme kapanan telefon. Hiçbir şeyin acıtmadığı kadar acıttı bu beni.

Abartıyordum belki de. Belki de bekliyordum. Evet bekliyordum tabi ki. Bir şey desin diye bekliyordum ve beklediğim kesinlikle olumlu bir şeydi. Şımarıklıktı yaptığım belki. Belki değil, öyleydi. Git dedim gitti diye gel dediğimde gelmesini beklemek şımarıklıktı. Ama seviyordum işte. Çok seviyordum. Ve özlemiştim. Canım acıyordu aldığım her nefeste. Sanki batıyordu sol kaburgam her nefeste. Sanki yapmam gereken en doğal şey olmasına rağmen acıtıyordu.

Çünkü Barış eksikti. Çünkü Barış yoktu. O kaburganın sahibi yoktu. Başıboş dolanıyordu o yüzden. O olsaydı batmazdı. Ciğerlerime dolan kokusu yakmazdı. Aksine, kokusuyla birlikte havalanırdı içimdeki her şey. Hafiflerdim. Her zaman olduğu gibi çekerdi yine bütün negatif enerjimi. Tek gülüşüyle çöpe atardı. Ama yoktu. Yok olsun isteyen de bendim, evet farkındaydım bunun da. Ama bu değildi ki isteğim. Gerçeği hiçbir zaman bu olmadı ki. Barış olmasın değildi en başından beri. Barış mutlu olsundu. Barış benim yüzümden daha fazla üzülmesin.

Başarısız oldum ama sanırım. Bunu bile beceremedim. Çünkü gidemedim. Çünkü çıkamadım yörüngesinden. Etrafında bir şekilde dönüp durdum. Barına gittim, abisine gittim, aradım, sarhoş oldum... Gidemedim, çünkü aslında hiçbir zaman gitmek istemedim. O küçücük anlarla yetinmeye çalıştım. O minicik, kısacık bakışmalarla ya da küçük temaslarla. Hem öldürdüler beni yavaş yavaş hem de çölde su gibi geldiler. Kıskansın istedim mesela. Evet istedim. Çok saçma olsa da... Ama gitsin istemedim. Hayatımdan çıkmasını hiç istemedim.

Umutsuz bir şekilde baktım telefona. Karanlıktı ekranı hala. Işığı yanmıyordu. Aramamıştı. "Aramayacak." dedi içimdeki en acımasız ses, "Aramayacak tabi ki. Çocuk oyuncağı mı bu?". Çocuk oyuncağı olmadığını biliyordum tabi ki. Ama... Ne istiyordum? Dürüst olamam gerekiyordu belki de kendime. "Ben de seni çok özledim." demesini bekliyordum. Evet bekliyordum çünkü görüyordum. Gözlerinde görüyordum özlemi. Kıyamaz gibi bakmasını, baktıkça daha çok özlemesini... Görüyordum çünkü Barış'ı biliyordum. Onun da benim yörüngemden çıkamadığını biliyordum tıpkı benim onunkinden çıkamadığım gibi. Belki benim kadar açık etmiyordu. Ama biliyordum işte. O da gidemiyordu.

Denedi de oysa. Hem de öyle lafın gelişi denemedi. Baya baya dünyanın öbür ucuna gitti. Ama gittiği gibi yaptığı şey bana mesaj atmak oldu. Çünkü gidemedi işte. Çünkü bitmediğini bilmek istiyordu o da benim gibi. Bir bahanesi olsun ve dönsün istiyordu. Ya da ben kendimi çok büyütüyordum.

CapellaWhere stories live. Discover now