Hayal

1.5K 106 54
                                    

Peter Von Poehl - The Story of the Impossible

Selamlaaar!

Bir minik duyuru yapıp sizi bebeklerime bırakacağım hemen. Bugün Türkiye'ye gidiyorum. Malum aile, arkadaşlar, yapılması gerekenler derken genelde elimi süremiyorum bilgisayara. O yüzden haftaya bölüm olmayacak maalesef. Bu ara çok üst üste geldi ama kusura bakmayın. Elde olmayan sebepler:( 

İki hafta sonra görüşmek üzere der öperim sizleri:)

Güneşin yakıcı sıcaklığının tenimde dolaştığını hissedebiliyordum. Sanki tüy gibi geziniyordu üstümde bir aşağı bir yukarı. İlginçtir çok rahatsız etmiyordu da beni bu durum. Sevmezdim oysa güneşlenmeyi. Ama silinmeden havlunun üstüne bıraktığım vücudumdaki damlaların yavaş yavaş güneşle ısınıp buharlaşmalarını hissetmek iyi gelmişti sanırım. Bir minik oyun gibi... Yavaş yavaş azalışlarını hissetmek, ılık ılık esen rüzgara karıştıklarını hayal etmek sonra ve en sonunda vücudumu kupkuru bırakana kadar yavaş yavaş yok olmalarını düşünmek...

Bebeğimin "Sen nasıl duruyorsun orada ya?" sorusuyla sona eren oyunumu bir kenara bırakıp dirseklerimin üstünde yükseldim. Benimle aynı pozisyonda ama yan dönmüş bir şekilde, yüzünde bir miktar şaşkınlıkla bana bakan bebeğimin gözlerini görmem biraz süre aldı ama. Gözlerim sandığımdan daha uzun süredir kapalıydı sanırım ki açtığımda güneşin de bir anda görüşüme girmesiyle gözlerimi birkaç kez kırpıştırmam gerekti.

Nasıl durduğuma dair bir fikrim olmadığını söyleyecektim ki bebeğimin yüzüne yayılan gülümseme durdurdu beni. "Üzüm yemene de izin veriyorum bak bu sefer." dedi gülerek, "Yatma güneşte, gelsene yanıma. Çok yanacaksın. Yandın bile hatta muhtemelen.".

Ah canım Kabak koyu ve canım üzümler... Tabi bir de canım sarhoş Elçinler!

"Var mı cidden üzüm ya!" diyerek iyice yükseldim oturduğum yerde. Bebeğimin kıkır kıkır gülmesinden anladığım kadarıyla üzümümüz falan yoktu tabi ki. Bebeğim bir minik geçmişe atıfta bulunmak istemişti sanırım sadece ama olsundu. Zaten haklıydı sanırım, oyuna biraz fazla kaptırmıştım kendimi ve yanmıştım o sürede bir güzel.

Güneşin bana verdiği mayışıklığa dayanarak yavaşça kalktım ayağa. Aynı tembellikle gerildim bir süre dümdüz yatmaktan ağrımış olduğunu yeni fark ettiğim sırtımı rahatlatmak için. Deli gibi kalabalık ama upuzun olan plaja baktım istemsizce. Barselona'nın her şeyi çok güzeldi kesinlikle ama denize girebiliyor olmamız ayrı bir güzellikti. Ve bu kalabalığa, gerçekten adım atacak yer olmayacak kadar olan kalabalığa, rağmen tertemiz ve serin olan deniz ikimize de çok iyi gelmişti özellikle bu sıcakta.

Gözleriyle laf sokacağını belli eder biçimde bakıp "Şovun bittiyse" diyerek benim oturmama izin vermeden ayaklandı bir anda, "Ben acıktım biraz. Atıştırsak mı tapas mapas bir şeyler?". Kıskanç Elçin'le çok sorunlarımız olmuştu malum. Kıskanç Elçin değildi çünkü aslında o. Takıntılı Elçin'di. Sanırım, en azından sanmak isterdim ki, o kısmı atlatmıştık ve şimdi böyle minnoş kıskançlıklar bölümüne geçmiştik. Yalan yoktu, bu halinin tabi ki hastasıydım. Böyle zararsız tatlı tatlı kıskandığında sarılıp içime sokasım ya da yanaklarını kızarta kızarta öpesim geliyordu. Çünkü tam bir huysuz bebek oluyordu bu anlarda ve ben her haline olduğu gibi bebeğimin bu huysuz bebek haline de aşıktım.

"Daha bitmemişti aslında ama..." dedim gülmemeye çalışarak ama bebeğimin aniden kalkan başı ve bana diktiği "Seni öldürürüm!" bakışları yüzünden daha fazla tutamadım kendimi. Koca bir kahkaha attığımda "Hayır serseri falan demeyeceğim bu sefer." diye mırıldandı kendi kendine. Serseri demesini çok sevdiğimi biliyordu çünkü. Ve serseri dediğinde çok kızmamış oluyordu aslında. Tatlı sert sevişiydi bebeğimin o. Dudağını ısırıp havlusunu katlamaya devam ederken "Sırık!" diyerek kaldırdı bir daha başını.

CapellaWhere stories live. Discover now