17. Bölüm

6.1K 239 139
                                    


- Ne diyorsun lan sen?

- Ne dediğimi gayet iyi anladın. Hadi çocuklar şu iki arkadaşı yolcu edelim. Sonra da kızları alıp gideriz.

Gruptan üç kişi silahlarını Cüneyt ve Nazım'a doğrultmuş üzerlerine geliyorlardı. Kızlar durumu anlamış ve kendilerini vurmayacaklarını bildikleri için Cüneyt ve Nazım'ın önüne siper olmuşlardı. Aralarında çok kısa bir mesafe kalmıştı ki yukarıdan bir yerden ard arda kurşun sesleri gelmeye başlamıştı. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleştirmiş ve Cüneyt, Elif, Nazım ve Berrak dörtlüsü gözlerini açtıklarında kendilerine saldıran altı kişinin yerde cansız attıklarını görmüşlerdi. Kafalarını kurşunların geldiği tarafa kaldırdıklarında konsolosluğun duvarının üstünde üç tane keskin nişancının olduğunu görmüşlerdi. Bu sırada konsolosluğun kapısı açılmış ve içerden çıkan bembeyaz saçları ve sakalları olan bir adam onlara "Gel" işareti yapmaya başlamıştı. Olanlar karşısında büyük bir şaşkınlık yaşayan dörtlü hipnoz olmuşçasına adama doğru yürümeye başlamışlardı. Onlar içeri girdikten sonra kapı yine kapanmıştı.

- İyi misiniz?

- Şey, sanırım iyiyiz.

Yaralanmamışlardı ama hepsi çok korkmuştu. Özellikle Berrak küçük bir şok geçiriyordu. Elif onun yanına gidip kendine gelmesi için hafif bir tokat atmıştı. Berrak yavaş yavaş kendine gelirken Cüneyt kendilerini içeri alan adamla konuşmasını sürdürmüştü. Adam aksanlı bir Türkçe konuşuyordu.

- Hayatımızı size borçluyuz.

- Haklısın Cüneyt hayatımızı onlara borçluyuz ama kapıyı biraz daha erken açmış olsalardı bunların hiçbirini yaşamazdık.

- Sakin ol Elif.

- Hanımefendi doğru söylüyor eğer sizi daha erken içeri alsaydık bunlar yaşanmazdı. Ama siz de bizim bugüne kadar başımıza gelenleri bilemezsiniz. Yardım etmek istediğimiz çok insan oldu ama onlara yardım etmenin karşılığında acı bedeller ödedik. Sizlerin de niyetini bilmeden kapıyı açamazdık. Ama o adamların sizi öldüreceğini anladığımızda hemen harekete geçtik.

- Siz de haklısınız.

- Neyse olan oldu, sonuçta kurtuldunuz. Şimdi içeri geçin de biraz bir şeyler atıştırın. Çok aç olduğunuz her halinizden anlaşılıyor.

- Çok sağ olun. Bu arada siz kimsiniz?

- Ben İngiltere'nin İstanbul Başkonsolosu George Blacksmith, tabi artık bu ünvanın pek bir değeri kalmadı. Şimdi gelin bakalım.

Cüneyt, Elif, Nazım ve Berrak oldukça şaşkın ama umutlu bir şekilde konsolosu takip etmeye başlamışlardı. Bahçe uzun süredir bakımsız kalmasına rağmen hala ihtişamını koruyordu. Bahçede biraz yürüdükten sonra binaya girmişlerdi. Binanın içi gerçekten çok güzeldi. Etrafta insanlar rahatça dolaşıyordu. Çok zor zamanlar geçiren dörtlü bu ortamı görünce büyük bir rahatlama duymuşlardı. Bu sırada yanlarına koşarak birisi gelmiş ve George ile konuşmaya başlamıştı.

- Geliyorlar.

- Ne diyorsun Feridun? Kimler geliyor?

- Haşim'in adamları binayı sarmış. Bu sefer çok kalabalıklar.

- Sakin ol Feridun, daha önce de saldırmışlardı ama onları içeri sokmamayı başardık. Herkes yerini alsın. Onları yine püskürteceğiz.

- Ama efendim, bu sefer durum farklı.

- Neymiş farklı olan?

- İçeri zombileri atıyorlar.

- O da ne demek?

- Duvarın üstünden bahçeye zombileri atıyorlar, ve hiç de sonu gelecekmiş gibi gözükmüyor.

- Hemen gidelim.

Uzun zamandan beri konsolosluk binasını ele geçirmeye çalışan Haşim ve Çetesi bu sefer farklı bir strateji deniyordu. İçeri zombileri atarak George ve adamlarının hem dikkatini dağıtmak hem de cephanelerini tüketmeyi amaçlıyorlardı. George hemen bahçeye çıkıp duruma bakmıştı. Yüksek duvardan içeri hiç durmaksızın zombiler atılıyordu. Adamalar bu zombilerle ilgilenirken bahçenin uzak köşesindeki duvardan Haşim'in adamları içeri sızıyorlardı.

- Bunu dikkatimizi dağıtmak için yapıyorlar, başka bir noktadan kendileri de içeri girmeye çalışıyor olmalı. İki kişi ayarla da gidip kontrol etsinler. Ayrıca adamlara söyle cephaneyi dikkatli harcasınlar.

- Peki efendim.

Feridun giderken Cüneyt ve Elif'in de içini bir koku kaplamıştı. Bu işin sonunun nereye varacağını kestirmeye çalışıyorlardı. Kendilerine yardım eden George ve adamlarına yardım mı etmeli yoksa bir an evvel buradan kaçıp kendilerine sığınacak başka bir er mi bulmalıydılar. Tam akıllarından bunlar geçerken kendilerinden birkaç adım önde duran George'un kafasına isabet eden kurşun George'un kafasından büyükçe bir delikle kanlar içinde yere yığılmasına neden olmuştu. Bir anlık dalgınlık sonucu keskin nişancıları düşünmeyen George'un sonu feci olmuştu. Cüneyt ve Elif bu işin sonunun kötüye gideceğini anlamıştı. Önce birbirlerine bakmış sonra Nazım ve Berrak'a dönmüşlerdi.

- Hadi çocuklar, burası karışacak bir an evvel kaçalım.

Hızla binaya girdikleri güvenlik kapısına doğru koşmaya başlamışlardı. Her an George ile aynı kaderi paylaşabilirlerdi. Bu korkuyla her an kusacakmış gibi hissederek kapıya ulaşmışlardı.

- Umalım da dışarıda kimse olmasın.

- Saldırı arka taraftan yapılıyor. Burada en azından şimdilik kimse olmayabilir. Yine de önce şu güvenlik kulesine çıkıp dışarı bakarsak daha iyi olur.

- İyi fikir, ben hemen bakıp geleyim.

Cüneyt hızla güvenlik kulesine tırmanmış ve dikkatli bir şekilde dışarıya bakmıştı. Kapının önünde biraz önce kendilerine saldıranların cesetleri vardı. Ama bir tehlike gözükmüyordu. Üstelik motorları da hala orada kendilerini bekliyordu. Cüneyt hızla aşağı inmişti.

- Hadi çabuk olalım. Şimdilik dışarıda kimse yok ama her an gelebilirler.

Hemen güvenlik kulübesinin içine girmişler ve oradaki kapıyı açıp dışarı çıkmışlardı. Cüneyt ve Elif bir motora Nazım ve Berrak diğer motora binmiş ve hemen saldırının geldiği yönün tersi istikametine doğru gitmeye başlamışlardı. Onlar yüz metre kadar ilerledikten sonra yolun yukarısından onların dışarı çıktığı yere kalabalık bir grup gelmişti. Dördü de tam zamanından kaçtıklarına şükredip yollarına devam etmişlerdi. Bir an evvel nereye gideceklerine karar vermeleri gerekiyordu.


Zombiler İstanbul'daWhere stories live. Discover now